Sait Faik Hikaye Armağanı'ndan Haldun Taner'e en prestijli öykü ödüllerinin sahibi Yekta Kopan, bu kez yepyeni, kısacık öykülerden oluşan 'Belki Yaz Erken Gelir'le kasım ayında okurlarıyla buluşacak. Kitapta Fazıl Say için yazılmış bir öykü de var.
Söz konusu bir kültür sanat etkinliğiyse mutlaka onun ismini görürsünüz. Kimi zaman Oscar töreni sunar, bazen moderatör bazen sunucu olarak karşımıza çıkar. Kültür sanat etkinlikleri denince hemen onun adı gelir akla. Evet, Yekta Kopan’dan bahsediyoruz.
Kariyerine seslendirme sanatçısı olarak başlayan Kopan henüz çocuktu TRT Ankara Radyosu’na girdiğinde. Yekta Kopan’ın sesi Jim Carrey, Geleceğe Dönüş filmi serilerindeki Michael J. Fox, çizgi film karakteri Sylvester ve Buz Devri animasyon film karakteri Miskin Sid ile özdeşleşti. Kopan ayrıca radyo programcılığı ve seslendirme çalışmalarının yanı sıra NTV televizyon kanalında her gün yayınlanan kültür-sanat programı ‘Gece Gündüz’ün sunuculuğunu yaptı. Bu süre içinde o kadar çok etkinlikte yer aldı ki bugün onun için “kültür sanat fenomeni” desek yanlış olmaz.
Yanı sıra Radikal, Milliyet Sanat, Milliyet Kitap, Ot, Tuhaf gibi gazete ve süreli yayınlara yazdı, yolunu edebiyattan da ayırmadı. ‘Aşk Mutfağından Yalnızlık’ Tarifleri kitabı 2002 Sait Faik Hikâye Armağanı’na, ‘Karbon Kopya’ 2007 Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü’ne, ‘Bir de Baktım Yoksun’ ise 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü ve 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü’ne layık bulundu.
Son olarak 2021’de ‘Bana Kuşlar Söyledi’ adlı öykü kitabıyla okurların karşısına çıkan Yekta Kopan, ‘Belki Yaz Erken Gelir’ adlı öykü kitabıyla kasım ayında okurlarıyla buluşacak. Can Yayınları tarafından yayımlanacak kitap, 41 kısa öyküden oluşuyor. Kitapta Fazıl Say için yazılmış bir öykü de var, ismiyle Tülin Özen’e selam gönderen de….
Kitap arka kapağı aracılığıyla okurla da konuşuyor:
“Kitapçıdasın. Rafların arasında dolanıyorsun. Bir kitap dikkatini çekiyor. Kapağında bir kadın var. Kumsalda. Devasa bir can simidi tutuyor. Deniz hafiften dalgalı. Kadının nereden gelip nereye gittiğini anlayamıyorsun. Çocukluğun geliyor aklına. Çocukluk, kilidi kırık bir hatıra defteri.
Tam arka kapağa bakacakken biri giriyor kitapçıdan içeri. Dikkatin dağılıyor. Annenin anlattığı masallar, babanın kahkahası eksik fıkraları eriyip gidiyor. Çocukluğun terk ediyor seni, büyüyorsun. Öyküler, kısa öyküler, masallar diyor arka kapak yazısında. ‘Keşke roman olsaydı’ diye düşünüyorsun bir an. Sonra hayatın öykülerin toplamı olduğunu hatırlıyorsun. Hayat dediğin, bütün o harflerin, hecelerin, sözcüklerin buluşmasını beklemek. Hayat dediğin, bitmeyen bir bekleyiş. Yazarın adı siliniyor kapaktan. Kendi adını görüyorsun orada, bütün o öyküler senin artık. Kitap sadece senin duyacağın bir melodiyle şarkısını söylemeye başlıyor: Ben bir öykü kitabıyım. İçten bir tebessümle okurunu bekleyen…”
‘Belki Yaz Erken Gelir’i beklerken kitabın iki kısa öyküsünü tadımlık olarak paylaşıyoruz:
LANET
Kozalaklarla dolu bir ormanda ilerliyorduk. Parmak uçlarında yürü, yoksa büyüyü bozarsın,
dedi dayım. Yüzü anneannemin yüzüne benziyordu. Köyün umutsuzlarına kurşun dökmekten yoruldum, diyen anneanneme. Kuru dallara bastım bir an, olmayacak şey işte. Dikkatsizlik. Orman çatırdadı. Kanat sesleri kapladı dalları.
Ürküttün hepsini, diye fısıldadı dayım. Yüzünü ekşitince dedeme benzedi. Bütün sülaleyi ben mi gömeceğim, diyen dedeme. Omuzları düştü dayımın. Kaçırdın kuşları, dedi. İnsan gözlemcisidir bu kuşlar. Sadece bu ormanda yaşarlar. Büyü bozuldu artık. Kimse bize sahip çıkmayacak. O eve döneceğiz lanetlenmiş adımlarımızla. Rüzgâr sert vurdu. Yapraklar hışırdayarak perdeledi
güneşi. Orman karardı. Dönüş yolunda dayımın yüzüne baktım. Kimseye benzemiyordu.
ASKILAR
Kaldığımız pansiyonların derme çatma gardıroplarında unutulmuş askılar olurdu. Belki de bilerek terk edilmiş. Plastik, tel, tahta, kırık elbise askıları. Biraz görgüsüzce, biraz da umursamaz bir tavırla pansiyon sahiplerine bırakılmış fazlalıklar. Tatilin son gününde gelen yüklerden kurtulma isteği.
Onlara bakarak önceki ziyaretçilerin hayatlarını tahmin ederdik. Hep oynadığımız bir oyundu bu. O askılara geçirilmiş gömlekleri, bluzları, elbiseleri, pantolonları, hayatları hayal ederdik deniz kenarında bir şeyler içerken. Genç bir çiftmiş, çok elbise getirmişler, belli ki çocuklu bir aileymiş, yalnız ve mutsuz bir kadınmış…
Deniz kenarına inerdik. Pansiyonun köpeği ayaklarının dibine uzanırdı, orada hep iyi şeyler olduğu izlenimi vermek istercesine. Oysa biz bilirdik kavgaların, bağrışmaların, gözyaşlarının, mide kanamalarının da o odalardan geçtiğini. Güneş inene kadar devam ederdi sohbetimiz. İlk içkilerimizle birlikte biterdi unutulmuş elbise askılarından fal tutma oyunu. O anda, tam o anda bir üşüme gelirdi sana. Hemen odaya koşar, sana çok yakıştırdığım turkuvaz ceketini alırdım gardıroptan. Hızla çekerdim askıdan. Aceleciliğime, hoyratlığıma isyan eder kendi halinde sallanmaya başlardı boş kalan elbise askısı. Dolaptaki metal boruya sürtünürken çıkardığı gıcırtı odayı kaplardı. Sen uzaktan duyardın o sesi. Senin sesinin de zaman zaman uzaktan duyulduğu gibi…