Sevgili günlük…

1 Mart 2025

20 Şubat

Kar tatili. Birkaç gün dinlenebilmek için arabaya atlayıp evden uzaklara gidecektim. Kitaplarımı, bilgisayarımı alıp kendi başıma kalmayı planlarken kar yolları kapattı ve planım da haftaya kaldı. 

21 Şubat

Pencerede karlı çatılar.  Ne kadar doğru, insan kar gördüğünde kaç yaşında olursa olsun, hangi koşullarda yaşıyor olursa olsun, biran bile olsa çocukluğuna gidebiliyor. Dışarı uğrayıp bir kartopu oynama isteği geliveriyor insan. Hartmut Rosa, ‘Dünyanın Kontrol Edilemezliği’ kitabının başında, “Çocukluğunuzda bir kış gününde ilk kar yağışını hâlâ hatırlıyor musunuz?” diye soruyor. Elbette Birinci Dünya insanı sorusu olduğunun farkındayım bu sorunun. Kar yağdığında, soğuktan ve açlıktan ölen çocukların olduğu bir dünya da var. 

Ama yine de, başımı kaldırıp baktığımda, pencerede Boğazın Anadolu yakasında az da olsa kalan yeşilin beyaza bürünmüş olmasının içimi ısıtıyor olmasının önüne geçemiyorum, geçmek de istemiyorum. Birazdan çayımı demleyeceğim. Fransızca Afrika jazz’ı dinliyorum, elbette sömürge kokusu var bütün şarkılarda. Birazdan, tezimle dolaylı da olsa ilgili bir metin üzerinde çalışacağım. 

‘Kant Çalışmaları Dergisi’ geçen sene çıkmaya başlayan, yılda dört kere yayınlanan hakemli bir dergi. Benim bir yazım, daha doğrusu bir çevirim yayınlanacak dördüncü sayısında. Kant’ın en önemli eseri kabul edilen ‘Saf Aklın Eleştirisi’ kitabında ‘Phaenomena ve Neumena’ bölümünü İoanna Hocanın Kant dersi için çevirmiştim. O çeviriye bir giriş yazısı yazarak dergiye bir hafta içinde göndereceğim ya da göndereceğimi umuyorum. 

Bunun için elbette yine sevgili Necati Ilgıcıoğlu’nun yardımına başvuracağım. Çeviriyi yeniden gözden geçirip, benim giriş niyetine yazdığım metinde felsefece bir hata var mı onunla tartışacağım. Bu nedenle onun evine kamp kurmam lazım. Bakalım nasıl gidebileceğim bu karda? 

Birazdan bata çıka mahallemizin kafesi Doorstep’e inip, köşedeki artık bana ait olduğu neredeyse tescillenmiş köşeme yerleşip çalışmaya başlar, sıkıldıkça kar altında geçen İzlanda polisiyeme devam ederim. Yrsa Sigurdardóttir’in ‘Sis’ romanı.

Kar öyle bir arttı ki göz gözü görmüyor. Lapa lapa denir ya, öyle yağıyor. Rüzgâr iri iri tanelerin rahatça düşmesine izin vermiyor, bir sağa bir sola savuruyor gökyüzünden dökülen kar öbeklerini. Çatılar da, yollar da bembeyaz. Karın bildik sessizliğini yalnızca Vegas’ın hafif horultusu bozuyor. Sekiz yaşındaki siyah labradorumun huzurla daldığı uyku beni de rahatlatıyor bir miktar. 

Ama tedirginim ve üzgünüm. Bırakın muhalefet yapmayı, fikrini söyleyen herkesin kendini tehdit altında hissetmesine neden olan bu siyasi atmosfer beni de mutsuz ediyor; herkesi olduğu gibi demek isterdim. Ama sanki umutsuzluğun getirdiği bir rehavet var insanların üstünde. Öğrenilmiş çaresizliğin yol açtığı bir teslimiyet duygusu. Bir şey yapabilmek, yapsak bile etkili olabilmek mümkün değilse, huzur içinde, suçlu hissetmeden susabiliriz. 

Porselen fincanda Rize çayı, arka planda İskandinav jazz’ı, azıcık soğuk salon. Sırtıma hırkamı aldım, kombinin ısısını arttırmak yerine. Çayımı fincanda içmeyi seviyorum son zamanlarda. İnce belli çay bardağı yerine. Kapıda tıkırtılar, galiba Memati, biraz evvel dışarı kaçan kedim eve girmeye çalışıyor. Oymuş, içeri aldım. Üşümüş şapşal, sanki benim suçummuş gibi söyleniyor. Oğlum Yağmur Berlin’de, kızım Eylül Paris’te. Ayrılık. Öğrenim için gittiler ve bu, bundan sonra eve sadece misafir olarak gelecekler demek. Kendi hayatları var artık. Biz evde Vegas, Memati ve Cimcime kaldık. Özlüyorum onları. Onların odalarında olmalarını, orada olduklarını anımsatan hafif gürültülerini. Bazan yukarı, yanıma çıkıp, “Hadi aşağı inelim baba,” demelerini. Ya da birinin ya da ikisinin birden hızla çalışma odama dalıp, “Baba Kadıköy’e geçiyoruz, geç geliriz,” demelerini. Benim arkalarından, “Paranız var mı?” diye seslenmemi. 

Benim için de hayatımda başka bir evre söz konusu artık. Kar durdu. Vegas derin derin iç çekti. İnsan gibi bu köpek.. 

23 Şubat

Bugün Pazar, öğleden sonra dört gibi. Dün sabahtan beri Neco’yla Kant’ın bir metnini çevirmeye çalışıyoruz. Neco’nun kılı kırk yarması, benim de bundan mazoşistçe zevk almam sonucunda takriben 30 saatte dört sayfa kadar çevirebildik ama kelimelerin ve kavramların anlamlarıyla ilgili ne kadar çok şey öğrendim. 

Şimdi Doorstep’te oturuyorum. Çeviriye hafta içi devam edeceğiz, benim biraz dinlenmeye ihtiyacım var. 

26 Şubat

Bazan şehirli, keyfe keder sorunları da olabiliyor insanın. Bugün biraz öyle. Köpeksever bir kafede geçiriyorum sabahları vaktimi. Doorstep’te. Bu satırlarda çokça duyacaksınız adını. Bazan insansever bir köpek kafesi olduğu izlenimine kapıldığım bile oluyor. 

Yine bir kafe dedikodusu. Kendimi sosyete magazincisi gibi hissediyorum bazan. İki genç kadın sohbet ediyorlar. Pahalı, adının ne olduğunu bilmediğim kahvaltılarını atıştırıyorlar bir yandan da. Her ikisinin de yüzleri gerekli bütün müdahalelerden nasibini almış. Her ikisi de sarışın. Biri diğerine aşkım deyip duruyor. Sarışın olan düğünlerden hiç hoşlanmadığını, düğünlerde çok sıkıldığını söylüyor. Kendileri iki düğün yapmak zorunda kalmışlar. Elbette onların düğünü çok farklı olmuş. Biri Roma’daymış düğünlerin, bildiğimiz gibi bu hiçkimsenin aklına gelmeyen çok ilginç bir düşünce bu. Büyükelçilikte kıyılmış nikah. Sonra Roma’ya gelen arkadaşlarını oranın butik bir mekanında ağırlamışlar. Biricik olmuştur eminim. Diğeri ise Urla’da. Çok samimi bir düğün olmuş. Ailelerin yaşlıları için. Düğün gibi değilmiş zaten, samimi bir yemek gibiymiş. Ve herkes hâlâ her iki düğünü de konuşuyormuş. İçim sıkıldı, susuyorum. 

27 Şubat

Saffet Murat Tura gibi onlarca yılını hastalarının bilinç ve bilinçdışı sorunlarıyla geçirmiş bir düşünür ve psikiyatr nasıl olur da bilinçle ilgili kitaplarından birini “Ben yokum,” diye bitirebilir, bilinç diye bir şey olmadığını savunabilir. Felsefi olarak anlayamadığımız, bilimsel olarak açıklayamadığımız bir sorunu, “O aslında yok!” diyerek reddetmek. Ne bilimsel ne de felsefi olarak kabul edilebilir şey değil. Elbette sevgili Saffet’in bu savlarını bir gazetede kaleme aldığım ‘gündelik günlük’teki bir iki satırla yok saymak gibi bir kendini bilmezlik yapmayacağım. Doktora tezimin bir aşamasında daha ayrıntılı olarak ele alacak ve belki de bir kitap değerlendirmesi olarak başka bir mecrada bu metinle didişeceğim. Şimdilik bu kadar.

28 Şubat

Bir psikiyatr olarak çok ilgimi çeken ama maruz kalanlar için dehşet verici bir haber. 10Haber’de okudum birkaç gün önce: https://10haber.net/gundem/ismet-beyin-korkular-evi-587721/

Dava süreci devam ettiği için yorum yapmam, hele kişiyle konuşmadan, bir psikiyatr olarak yargılanan kişiyle ilgili yorum yapmam mümkün değil. Ama davayı yakından takip etmek istiyorum. Bir adam iki karısını da “intihara özendirmekle” suçlanıyor. Adli psikiyatri için çok ilgi çekici bir inceleme konusu olacak eminim. 

Kar nedeniyle çıkamadığım kısa tatile sonunda çıkıyorum. İki gün, sakin bir otelde kitaplarım, defterlerim, bilgisayarım dinleneceğim. Yürüyeceğim, yavaşlayacağım, dünyaya bakınacağım, tanımadığım insanlarla sohbet edeceğim. 

Jo Nesbo’nun yeni bir romanı çevrilmiş. Okumak için heyecanlanıyorum. Acaba Harry Hole yerine başka bir kahraman yaratıp onun da serisini yapacak mı? 

Ben bunu başarabilecek miyim? Hem güveniyorum hem de güvenmiyorum kendime. Euripides’in tragedyası ‘Medeia’ ne anlatıyor bana? Aristoteles’in tragedya için söylediklerini bir polisiyede verebilmek olanağı varken bunu yüzlerce polisiye yazarının neden denemediğini merak ediyorum. Korku ve acıma. Bu iki temel duygunun izleyene, polisiye yazımı söz konusu olduğunda okuyucuya verilebilmesi. Bunu yapabilmenin kolay olmadığını bilerek. 

Altı saate yakın bir araba yolculuğundan sonra oteldeyim. Sakin, kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, şirin bir yer. Şimdi biraz kitap okuyacağım. Kahvem masada, Ron Carter’ın kontrbası. Goncagül Haklar’ın ‘Ölüm Soğuk’ adlı kitabı. Türk polisiyesi.  

Günün süsü Melih Cevdet’ten: “Sözlerim varsa / Var demeksin”

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.