09-05-2023
İsmet Berkan

Kemal Derviş, Türkiye’ye nasıl geldi?

Kemal Derviş, Türkiye’ye nasıl geldi?

Tesadüf bu ya, o sabah efsanevi Merkez Bankası Başkanı Rüşdü Saracoğlu beni ziyarete gelmişti, o zamanlar Radikal’de çalışıyordum, odamda sohbete başladık.

Bir süre sonra asistanım Meltem kapıyı açıp içeri girdi, ‘Murat Yetkin arıyor’ dedi, ‘Acil ve önemliymiş.’

Ankara Temsilcimiz, sevgili arkadaşım Murat, ‘Tuhaf şeyler oluyor’ dedi, ‘Başbakan Ecevit, MGK toplantısının ortasında kalktı Köşk’ten ayrıldı…’

Henüz bilgi yoktu. Televizyonu açtık belki ilave bilgi vardır diye ama biz Rüşdü Beyle sohbete devam ettik.

Biraz sonra Ecevit canlı yayına çıktı, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le kavga ettiğini anlattı, ‘Bu bir devlet krizidir’ dedi.

Rüşdü Beyin ilk yorumu, ‘Bugün akşama kadar 9 milyar dolar çıkmak ister’ oldu. Meşhur 2001 Şubat krizini böyle karşıladık.

O sırada Türkiye, Uluslararası Para Fonu IMF ile ‘Sürüklenen kur çıpası’ adı verilen bir program uyguluyordu. Buna göre Merkez Bankası aylar önceden her gün için dolar kurunu ilan ve taahhüt etmiş durumda; kurun seviyesini banka piyasadaki TL miktarını kısıtlayarak kontrol ediyor. Yani kur belli ve elinde TL olana satılıyor ama yüklü miktarda döviz almak için kimsenin elinde TL yok.

Yabancı bankalar ve fonlar o gün dolar almak için saldırdı, sahiden Rüşdü Beyin tahmin ettiği seviyede bir alım talebi geldi ama elde TL yoktu, ancak 3,5 milyar dolar civarında bir para alabildiler. Tabii o yüzden faizler birden tavana vurdu, gecelik Repo’da yüzde 400 ve üzerini gördük.

İki gün sonra Türkiye’nin gardı düştü, IMF programı terk edildi ve bugün de uygulanan serbest dalgalı kura geçildi; kurun seviyesi piyasada belirlenecekti. Tabii bir anda çok yüksek bir devalüasyon oldu; gecelik faizler ise düştü.

Kurun serbest bırakılmasıyla birlikte bir anda Türkiye’nin bütün bankaları kağıt üzerinde iflas duruma geldi; çünkü bütün bankalar devasa döviz borçlanması yapmış, o paraları TL’ye dönüp Hazine’ye borç olarak vermişlerdi. Şimdi, hem ellerindeki Hazine bonolarının değeri düşmüş hem de döviz yükümlülükleri karşılayamayacakları seviyelere gelmişti. Türkiye tarihinin en büyük finansal krizine girmişti ve buradan çıkmak kolay değildi.

Kuru serbest bırakan Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel ile o sırada Hazine Müsteşarı olan Selçuk Demiralp görevlerinden istifa ettiler. Bülent Ecevit başkanlığındaki hükümet ekonominin başına bürokrat aramaya başladı.

Tabii çok hızlı gelişmeler oluyordu; örneğin benim bildiğim efsanevi Merkez Bankacılardan, zamanında Rüşdü Beyin yardımcılığını yapan Ercan Kumcu’ya görev teklif edildi, Kumcu’nun şartları vardı, hükümet kabul etmedi. Bürokrasinin başka yıldız isimleri de (Yener Dinçmen, Mahfi Eğilmez gibi) arandı ama hiçbiri hükümete güven duymadığı için görevi kabul etmedi.

O gün akşam üzeri, o sıralar Sedat Ergin ve Fikret Bila ile birlikte CNN Türk’te yaptığımız Ankara Kulisi programı yayını için Ankara’ya yola çıkmıştım, telefonum çaldı. Arayan, Merkez Bankası’nın başkan yardımcılarından, Şükrü Binay’dı.

Şükrü, biraz da şaka yollu, ‘Ben’ dedi, ‘Formülü buldum. Kemal gelsin Amerika’dan Merkez Bankası’nın başına, ben de Hazine’ye gideyim, Yener Bey de Başbakanlık Müsteşarı, Rüşdü Bey ekonomi bakanı olsun.’

Kemal dediği, dün aramızdan ayrılan Kemal Derviş’di.

Akşam CNN Türk yayını bitti; TV stüdyosundan Sedat Ergin’le birlikte çıktık, yürüyerek Kavaklıdere’ye, benim kaldığım Hilton Otelini doğru yürüdük, yolda da ekonomik krizi konuştuk. Otelin önüne geldiğimizde Sedat’a ‘Gelsene’ dedim, ‘Bir kadeh bir şey içelim.’

Lobiden girer girmez bizi bir sürpriz bekliyordu. Koca bir masaya yayılmış Odalar Birliği heyeti vardı, o sırada Türkiye Odalar Birliği Başkanı olan rahmetli Fuat Miras ve şimdiki başkan Rifat Hisarcıklıoğlu bize seslendi, mecburen onların masasına konuk olduk.

Masada elbette ‘Memleket nasıl kurtulur’ sohbeti yapılıyordu, bizler gün boyu bu sorulara cevap aradığımız için artık sıkılmıştık, ben işi şakaya vurmaya çalışıyor, Odalar Birliği’nin kendi parasını yüzde kaç gecelik faizde tuttuğunu öğrenmeye çalışıyordum. 

Fuat Miras bir ara, ‘Yarın’ dedi, ‘Ecevit’e gideceğiz, ne diyelim? Kimi önerelim?’

Ben yarı şaka yarı ciddi, ‘Kemal Derviş diye bir adam var, onu getirsinler, Türkiye kurtulur’ dedim. Masada uzun yıllar Washington’da görev yapmış, bu arada Kemal Derviş’le de bir dostluk geliştirmiş olan Sedat Ergin hariç kimse bu ismi bilmiyordu.

‘Yahu’ dedim, ‘Nasıl bilmezsiniz? Bu adam Dünya Bankası’nın Başkan Yardımcısı.’ 

Fuat Miras cebinden Ankaralıların çok iyi bildiği o not kartonlarından çıkardı, üzerine Kemal Derviş’in adını yazdı.

Ertesi sabah ben İstanbul’a döndüm, o günün akşamı bir düşünce kuruluşunun İstanbul’daki bir otelde bir sunumu vardı. Akşam üzeri gazeteden çıkmak üzereyken o sırada Radikal’de yazan Haluk Şahin’in de aynı toplantıya gideceğini öğrendim, birlikte benim arabamla yola çıktık.

Yolda telefonum çaldı. Arabanın hoparlöründen konuştum, Haluk Şahin de şahittir, arayan Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’dı. ‘Yahu İsmet’ dedi, ‘Sen Kemal Derviş diye birini söylemişsin, bu adamı arıyoruz ama telefonuna ulaşamıyoruz, sende var mı telefonu?’ Hayır, bende yoktu ama öğrenip hemen geri dönecektim.

Kemal Derviş’in çok yakın dostu olduğunu bildiğim Rüşdü Saracoğlu’nu aradım hemen. Rüşdü Bey, ‘Dur, telefon Nurdan’da var’ dedi, telefonu eşine uzattı. Nurdan hanım da numaraları söyledi, ben araba kullandığım için numaraları galiba Haluk Şahin not etti. Yeniden Hüsamettin Özkan’ı aradım ve aldığım numaraları ona verdim. Daha hala varacağımız yere varamamıştık bu arada.

Akşamki sunumda Ercan Kumcu da vardı. Kumcu, onca yakınlığımıza rağmen kendisine hükümetten bir teklif geldiğini ne doğruluyor ne yalanlıyordu, tipik bankacı ketumluğu. Ben Kemal Derviş öyküsünü ona da gülerek anlattım. Gülüyordum ama aslında hükümetin çaresizliğinin boyutları ürkütücü derecede çok büyüktü.

İki gün sonra Kemal Derviş Ankara’da uçaktan indi.

Gerisi tarih.

Kemal Derviş bu ülkeye birkaç numara büyük birisiydi

Kemal Derviş bu ülkeye birkaç numara büyük birisiydi

Kemal Derviş’le ilk kez 90’ların ikinci yarısında, o Dünya Bankası’nda başkan yardımcısı olarak çalışırken, yanlış hatırlamıyorsam Rüşdü Saracoğlu sayesinde tanıştım.

Rüşdü Bey ve eşi Nurdan Hanım, Kemal Derviş ve eşiyle çok yakın arkadaşlardı. Kemal Derviş, tam da o Rüşdü Bey ve benzerlerinin çapında büyük iktisatçıydı ama iktisatçılığı kadar yönetici becerileri de yüksek bir isimdi. Başka türlü Dünya Bankası’nda başkan yardımcılığı ve Türkiye’de bakanlık yapamaz, Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü Başkanı olamazdı zaten.

Herkes Türkiye’de 2001 krizi sonrası Kemal Derviş tarafından hazırlanan ekonomik programı konuşur ama göz ardı edilen şey hep şudur: Derviş’in o yönetici özellikleri olmasa, ne Merkez Bankası’nın başına geçmesi için davet edildiği Türkiye’de Bülent Ecevit’e dönüp ‘Hayır, beni bakan olarak hükümetinize alırsanız ben varım’ derdi ne de bakan olsa bile o programı uygulayabilirdi.

Şöyle söyleyebilirim: İktisatçı Derviş için yaptığı bütün işler içinde en kolayı, ‘Güçlü ekonomiye geçiş programı’ adı verilen o programı yazmaktı.

Zor olan, o programı uygulayacak gücü elde etmekti. Yaşı yetenlerimiz, Derviş’in programını uygularken ne kadar güçlü olduğunu hatırlıyoruz. O güç, program başarı elde ettikçe kar topu etkisiyle daha da büyüdü.

Bilir bilmez konuşan cahiller ve komplo teorisyenleri programın Uluslararası Para Fonu tarafından yazıldığını, Kemal Derviş’in de programı uygulaması için Amerikan istihbaratı tarafından gönderildiğini söyler.

Bu, çok tipik bir aşağılık kompleksinin sonucu ortaya çıkan bir söylem. Cehalet ve komplo teorisyenliği ile aşağılık kompleksi zaten her zaman el ele tutuşur, genellikle aynı insanda cisimleşir.

Oysa o devirde Türk ekonomisinin sorunu, bugün olduğu gibi, iktisatçılar açısından son derece basitti: Türkiye sorumsuz siyasetçiler yüzünden çok ciddi bütçe açıkları veriyordu, bu açıkları iç borçlanma yoluyla kapatmaya çalışıyor, o borcu da enflasyon vergisi vasıtasıyla finanse ediyordu. Sorumsuz siyasetçi, aynı zamanda yaygın yolsuzluğun kapısını açıyor; Hazine’nin sürekli borçlanma ihtiyacı içinde olması bankacılık düzeninin ahlakını bozuyordu. Bu sebeple Türkiye bütün bankacılık sistemini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Kamu maliyesini disiplin altına alıp bütçe açığını makul seviyeye indirmek; borçlanma ihtiyacını azaltıp borcun vadesini uzatmak; hükümetlerin Merkez Bankası kasasından ellerini çekmesini sağlamak aklın gereğiydi, Kemal Derviş’in programı da özünde buydu.

Bir sefer bir sohbet sırasında kendisine, kamu bankalarındaki birikmiş görev zararını neden bazı muhasebe oyunlarıyla silmek yerine o zararları da ödemekte ısrarlı olduğunu sordum. Bana ters ters baktı, ‘O zaman ahlaklı olmazdı ve devletin kendisi için ahlak yolundan saptığını görenler kendileri için de benzer ahlaksız ayrımcılıklar isterdi’ dedi. Ona böyle bir soruyu sormamdan ötürü benimle ilgili derin bir hayal kırıklığına uğramıştı sanki.

Kemal Derviş, bizim Türkiye sahnesinde çok da fazla göremediğimiz türden bir ‘bağımsız düşünür’dü. Zaten başka türlü Amerika’da ne akademide ne de Dünya Bankası gibi kurumlarda iş bulabilirdi. Eşitlikçiliği, sosyal barıştan ve sosyal refahtan yana olması, ama gerçek hayattan ve iktisadi hayatın gerçeklerinden kopmuyor olması, bana hep büyük İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’i hatırlatırdı. Ama tipik bir ‘Keynesyen’ değildi; Keynes’i aşmak isteyen Joseph Stiglitz, Paul Krugman gibi iktisatçılardandı. Belirli bir ideolojiye veya tarihi kişiye takılıp kalmamıştı.

Kendisiyle son kez birkaç yıl önce İstanbul’da Sabancı Üniversitesi’nin bir ödül töreni sırasında karşılaştım, ayak üstü sohbet ettik, hasret giderdik. Yanımızda Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu da vardı; üçümüz Umberto Eco’nun o sıralarda yeniden yayınladığı ünlü faşizm makalesini tartıştık. Eco’nun İtalyan faşizminden hareketle, kendi çocukluk anılarıyla başlayarak anlattığı güncel faşizm ile Türkiye arasındaki korkutucu paralellikleri konuştuk.

Annesini ve eşini kaybettikten sonra çok zor bir dönem yaşadı, sağlığı bundan ciddi etkilendi. Sonra cilt kanseri teşhisi kondu. Epeydir bu hastalıkla uğraşıyordu, dün savaşı kaybetti.

Evet, Türkiye’ye tepeden inme gelmişti, seçmen tarafından görevlendirilmemişti ve o yüzden uyguladığı programın demokratik meşruiyeti hep eksik kalmıştı. Ama sanırım o eksiklik, daha sonra iktidara gelen Ak Parti’nin ve onun ekonomi bakanı Ali Babacan’ın o programın özünü oluşturan rasyonel ekonomi yönetimini sürdürmesiyle giderildi.

Esasen Derviş’in programı bir istikrar programıydı. Hemen ardından Türkiye’yi Çin veya Hindistan gibi daha yüksek ve sürdürülebilir büyüme hızlarına eriştirecek, cari açığı kapatmayı hedefleyen bir programın hayalini kuruyordu Kemal Derviş, defalarca bu konuda uyarıları da oldu. Ama Türkiye öyle bir programa bir türlü geçemedi.

Bugün Kemal Derviş’in öldüğü gün, yeniden 2001 öncesinin siyasetçi profiline, eli Merkez Bankası’nın kasasında olan bir Cumhurbaşkanına sahibiz maalesef. Yani yeniden başa döndük, bir kez daha Derviş türü akılcı bir yönetim ve programa ihtiyaç duyar haldeyiz.

Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun.

Derviş, Türkiye’nin AB üyeliği için çok çalışmıştı

Derviş, Türkiye’nin AB üyeliği için çok çalışmıştı

Kemal Derviş’le, onun Hazine Bakanlığı’nın sona ermesinden sonra daha yakın olma fırsatı buldum. CHP milletvekiliydi ve açıktan hiç konuşmazdı ama Deniz Baykal ve partisinden çok da ümitli değildi.

Türkiye’nin kurumsal kapasitesinin siyasetçiler eliyle nasıl kolayca yok edilebildiğine bizzat tanıklık edip o kapasiteyi onarmaya çalıştığı için, bu kapasiteyi garantiye alacak bir kurallar bütünü arıyordu ve sanırım onu da Avrupa Birliği üyeliğinde görmüştü.

Eğer Türkiye AB’ye tam üye olmayı başarırsa, ekonomik gelişmesini sürekli kılacak akılcı yönetime de kavuşabilirdi ona göre. Ama yine Derviş’e göre üyelik tam da ekonomik sebeplerle öyle kolay değildi. Türkiye’de kişi başına gelirin AB’nin hiç değilse yarısına gelmeden üyeliğin söz konusu olamayacağını gayet net biçimde görüyordu.

O yüzden, aynı anda iki şeyin olması için kendi etki gücünü kullanmaya çalışıyordu: Bir yandan AB ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması için siyasi süreci desteklemek; bir yandan da Türkiye’nin yoksulluğunun AB için bir korku sebebi olmasını önlemek için ekonomik gelişmeyi sürekli kılmak…

Bazıları Türkiye’nin zengin olmak için AB’ye ihtiyaç duyduğunu sanıyor; Derviş çok daha gerçekçiydi, zengin değilse bile hiç değilse orta halli olmadan AB’ye üyeliğin hayal olduğunu görüyordu. ‘Aksine’ diyordu, ‘Zengin olduğumuz zaman AB’ye ihtiyacımız var, fakirken zaten giremeyiz.’

Bir ‘Dünya Parası’ tartışması

Bir ‘Dünya Parası’ tartışması

Kemal Derviş’in Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği için kurulmasına ön ayak olduğu ve manevi destek verdiği sivil toplum kuruluşlarından biri, halen sevgili Sinan Ülgen’in yönetmeye devam ettiği EDAM’dı.

EDAM bir düşünce kuruluşu olarak her yıl Bodrum’da bir çeşit düşünce fırtınası toplantıları yapıyor. Bu toplantılara üst düzey katılım sağlanıyor; çünkü kurum dünyada da saygın bir kurum artık. Sinan Ülgen’in bu konudaki çabası yadsınamaz.

EDAM’ın böyle yıllık toplantılarından birinde Kemal Derviş’in davetiyle Türkiye’ye gelen isimlerden biri, o dönem Dünya Ticaret Örgütü WTO’nun başkanlığını yapmakta olan Fransız Pascal Lamy idi.

Toplantıya verilen aralardan birinde, güzel bahar havasında dışarıda Kemal Derviş, Pascal Lamy ve ben kahve içiyorduk. O sırada 2008 küresel finans krizi devam ediyordu.

Sohbet bir anda John Maynard Keynes’in 2. Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods konferansında önerdiği ‘dünya parası’ konusuna geldi. Bana göre bu mükemmel bir fikirdi. Derviş ve Lamy de fikrin iyi olduğunu kabul ediyordu ama siyaseten uygulanması imkansızdı.

‘Ama’ dedi Lamy, ‘Dolar da, Euro da, hatta Yen de (bence aynı sohbet bugün yapılsa Yuan’ı da buna katardı) çok derin, dolayısıyla manipülasyon yapılamaz paralar. O anlamda bu paralar kendi devletleri ne yaparsa yapsın dünya parası olmuş durumda.’

Ben ve Derviş onunla aynı fikirde değildik. ABD, doların varlığını siyasi bir güç olarak da kullanıyordu, doların egemenliği bu yüzden aşınıyordu ve daha da aşınacaktı.

Erdal Sağlam’ın yazısını kaçırmayın

Erdal Sağlam’ın yazısını kaçırmayın

10 Haber ailesine bugün itibarıyla Ankara ekonomi basının tartışmasız bir numaralı ismi Erdal Sağlam da katıldı. 

Erdal Sağlam benim hem dostum hem de bir dönem kaçınılmaz biçimde rekabet ettik. Ben Radikal’in Ankara Temsilcisiydim, o ise Hürriyet’in ekonomi muhabiri ve yazarı. Aynı masada yan yana otururken bana haber atlattığını bilirim. Onun bürokraside ve iş dünyasında ne büyük bir saygın isme sahip olduğunun birinci dereceden tanığıyım.

Aramıza katılması bize onur verdi. Onun sayesinde 10 Haber artık biraz daha fazla gazete. İzleyin, farkı göreceksiniz.

Erdal’ın ilk yazısı, biraz kaçınılmaz biçimde Kemal Derviş hakkında ama sadece geçmişten söz etmiyor Erdal yazısında, yarın iktidara gelmeye hazırlananların Derviş’in döneminden hangi dersleri alması gerektiğini de söylüyor. Kaçırmayın.