Bu hafta karanlık maddelerin varlığını açıklamamıza yardımcı olabilecek atom kadar küçük ama mermiden daha hızlı kara deliklerden bahsedeceğiz. Menümüzde Kıbrıs'ın cüce fillerinin yok oluşu ile yeni uzay istasyonunun inşasının tehlikeye girmesi var.

Herkese merhaba. Ne dünyanın derdi bitiyor ne de Türkiye’nin. Bültene başladığımdan beri (ikinci yılımıza doğru ilerliyoruz) bir hafta bile sakin geçmedi. Bilim dünyası en azından bize nefes alabilecek bir alan tanıyor. Bir fırlatma başarısız olsa ya da teknolojik gelişmeler gözümüzü korkutacak boyutlara gelse bile aynı hafta içinde gelen yeni bir tedavi yöntemi ve işimizi kolaylaştıracak cihazlar yüzümüzü güldürebiliyor. Biz bu hafta 10Haber’de çok ilginç bilim haberlerine yer verdik. Kaçırdıysanız üzülmeyin, kısa bir özet geçebiliriz.

Bugün de menümüzde kara delikler var ama hafta içinde Stephen Hawking’in yanıldığı bir konuya değindik. Hawking 50 yıl önce yüzey çekim kuvveti sıfırın altına inen kara deliklerin mümkün olamayacağını düşünüyordu. Ama bugün iki matematikçi bu fikrin doğru olmadığını kanıtladı.

İnternette evrensel bazı tartışmalar vardır. Bunlardan biri de bir elbisenin sarı mı yoksa mavi mi olduğunu tartıştığımız zamandı. O elbise hemen aklınızda canlanmıştır herhalde. Bu tartışma onun kadar viral olur mu bilmiyoruz ama yeni bir “Mavi mi görüyorsun yeşil mi?” sorusuyla karşınızdayız. 

Kendime torpil geçip Lübnan’daki çağrı cihazı patlamaları üstüne bir siber güvenlik uzmanıyla yaptığım söyleşiyi de buraya eklemek istiyorum. Çağrı cihazları patlar mı, bunları patlatmak hackle mümkün olacak bir şey mi, bizim bugün gördüğümüz şey bir “siber savaş” mı yoksa “elektronik savaş” mı, bu konuları ele aldığım yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Soyumuz tükenirse yedek bir planımız var artık: İnsan genomunun tamamının kodlandığı bozuk para büyüklüğünde bir kristal. Bilim insanları gelecekte bizim gibi akıllı bir tür bulur da sentetik insan yapar diye böyle bir “kullanım kılavuzu” hazırladı.

Bu arada öyle bir şey olduğunu sanmıyorum ama iOS 18 güncellemelerine hâlâ bakamadıysanız sizi şu köşeye alalım. 

Son olarak haftanın favori yazısını da şöyle bırakayım: Dünyayı sarsan dokuz gün! John Reed’e selam çaktığımız bu haberin ilginç olduğu konusunda sizi temin ediyorum.

Haftanın kritiğini çıkardığımıza göre sizi bültenimize alayım:

🤯Atom kadarcık kara delikler Güney Sistemi’ni boydan boya geziyor

Fotoğraf: ESA / Hubble, N. Bartmann

Akıllara durgunluk veren bir hipotezle karşınızdayız: Evrenimiz bir atom kadar küçük ama asteroit kütlesine sahip mikroskobik kara deliklerle dolu olabilir mi? Büyük Patlama’dan sadece bir saniye sonra ortaya çıkan bu olası kara delikler, her birkaç yılda bir Güneş Sistemi’ni sessiz sedasız ama bir mermiden yüz kat daha hızlı bir şekilde geçiyor olabilir mi? Bazı bilim insanları 1908 yılında Sibirya’da meydana gelen şimdiye kadar kayda alınan en büyük meteor çarpması olayından bile bu mikro kara delikleri sorumlu tutuyor. Araştırmacılar şimdi bu kozmik mermilerin gerçekten var olup olmadığını test etmenin bir yolunu bulduğunu düşünüyor.

Mikro kara deliklerin varlığını kanıtlama olasılığı astrofizikçileri heyecanlandıran bir şey. Bu sayede karanlık maddenin doğasını ve yapısını açıklayabilirler. 1930’larda astronomlar galaksilerin hareketinde birtakım anormallikler fark etmeye başladı. Uzayın karanlığında gizlenen bir güç, galaksileri çekmek için yüksek miktarda kütleçekimi yayıyordu. Ancak bu şey her neyse ışıkla ve diğer şeylerle etkileşime girmeyi reddediyordu. En önemlisi de bu gizemli çekim gücü neredeyse her yerdeydi. Bilim insanları gizemli gücü açıklamak için evrendeki maddelerin yüzde 85’inin bu görünmez kütle, daha çok bildiğimiz haliyle karanlık maddeden kaynaklandığını varsaydılar.

Bazı fizikçiler karanlık maddeyi henüz keşfedemediğimiz parçacıklardan oluşabileceğini öne sürüyor. Diğerleri de karanlık maddenin muhtemelen tespit edilmesi oldukça zor normal maddeler olduğu kanısında. Araştırmacılara göre kara delikler de karanlık maddeye iyi bir örnek. Şimdiye kadar gökbilimciler yıldız ışığını bükemeyecek kadar zayıf yerçekimine sahip bu minicik kara delikleri nasıl tespit edeceğini bilmiyordu. Tek bildikleri bu kara deliklerin Büyük Patlama’nın hemen ardından üstlerine çöken yoğun madde kümeleri sayesinde oluşmuş olabilecekleriydi.

Physical Review D dergisinde yayınlanan yeni çalışmaya göre bu kara deliklerin varlığını Dünya ve diğer gezegenlere uyguladığı yerçekimiyle tespit etmek mümkün. Araştırmacılar bu ilkel kara deliklerden birinin Jüpiter’in yörüngesinden geçtiği senaryoyu simüle ettiklerinde Dünya, Mars,Venüs ve Merkür’ün yörüngelerinin 10 yıl içinde orijinal rotalarından 91 cm kadar sapabileceğini gördüler. Mini kara deliklerin varlığını tespit etmek için gezegenlerin nerede olduklarını gösteren son derece hassas ölçümleri yapabilmek gerekiyor. Neyse ki bilim insanlarının bunu yapabilecekleri araçları var.

Araştırmacılar bu kara deliklerin bolluğuna ve kütlelerine bağlı olarak yılda bir ya da yüzyılda bir galaksimizi dürtebileceğini söylüyor. Kendi içlerini rahatlatmak için Dünya’ya çarpma olasılığını da hesaplamışlar ve bunun aşağı yukarı bir milyar yılda bir gerçekleşebileceğini buldular. Gerçi bu çarpışma gerçekleşse bile kara deliğin kıyamete yol açmayacağını da belirtelim. En kötü ihtimalle 1908’deki gibi bir olay meydana gelebilir.

🐘Kıbrıs’taki cüce su aygırı ve filleri yok eden neydi?

Cüce su aygırı ve fillerden geriye kalanlar. Fotoğraf: CJA Bradshaw, Flinders

Bundan 14 bin yıl önce insanların en büyük derdi yeterli av bulabilmekti. İşte bu yüzden yiyecekle dolu, sık ormanlara sahip Kıbrıs adasını gözlerine kestirdiler. Adaya geldiklerinde karşılaştıkları şey domuz büyüklüğündeki su aygırları ve at büyüklüğündeki fillerdi. Evet bugün devasa olmalarıyla bildiğimiz su aygırı ve fillerin bir zamanlar minyatür versiyonları vardı. Bu minyatür canlılar Kıbrıs’a özel değildi; Girit, Malta, Sicilya ve Sardunya gibi diğer birçok adada benzer örneklerine rastlanabilirdi.

Adalara özgü bu küçülme durumu mantıksız da değildi, nihayetinde bu canlıların kaynakları sınırlı, avcıları da azdı. Ama sonra bu canlıların soyu tükeniverdi. Başta arkeolog ve paleontologlar insanların bu işte bir parmağı olduğunu düşünmedi. Bu yılın başlarında yayınlanan bir çalışmada insanların Kıbrıs’a 14 bin ila 13 bin yıl önce, yani bu mini canlıların soyunun tükenmesinden çok önce geldiği gösterilmişti. Ayrıca insanların nüfusu buraya geldikten sonraki birkaç yüzyıl içinde ancak bine kadar çıkabilmişti. Dolayısıyla insanların bu canlıları yok edemeyecek kadar az olduğu varsayılıyordu. Peki ya gerçekten öyle miydi?

Proceedings of the Royal Society B’de yayınlanan yeni çalışma küçük bir insan nüfusunun bile bu canlıları yok etmeye yetebileceğini gösterdi. Mini su aygırının 130 kg, cüce filin de 500 kg olduğunu biliyoruz. Bu canlıların hâlâ hayatta olan akrabalarından toplanan örneklerle büyüme hızları da az buçuk çıkarıldı. Daha sonra bu bilgiler, insan avcılarının beceriklilik düzeyleri, her bir hayvan ölüsünü ne kadar zamanda parçaladıkları ve hayatta kalmak için ne kadar enerjiye ihtiyaç duydukları bilgileriyle birlikte hesaplanarak bir bilgisayar modeli oluşturuldu. Sonuç olarak sayıları üç ila yedi bin arasında değişen insan sayısının bu canlıları kolaylıkla yok edebileceği ortaya çıktı. Oluşturulan model bu sürecin bin yıldan kısa süreceğini de gösterdi. Yani bu canlıların yok oluşunda insanlığın kısmen de olsa etkisi olduğu ortada.

🔋Bu minik nükleer pil denizde de uzayda da yıllarca çalışabilir

Üstte amerikyumun konduğu kristal, altta karanlıkta parlayışı.

Araştırmacılar 1900’lü yıllardan beri radyoaktif atomları kullanarak uzun ömürlü ve hasara dayanıklı piller inşa etmek istiyor. Şimdiye kadar birtakım denemeler olmuş, hatta uzay görevlerinde kullanılmış olsa da pek bir verim elde edildiği söylenemez. Şimdi Çin’deki Soochow Üniversitesi’ndeki bilim insanları tasarladıkları nükleer pilin verimliliği sekiz bin kat artırdığını söylüyor.

Ekip bu pili tasarlamak için nükleer atık olarak kabul edilen amerikyum elementini kullanarak başladılar. Bu element alfa parçacıkları şeklinde enerji yayar. Çok fazla enerji taşısalar da bunu çabucak kaybederler. Bu nedenle araştırmacılar elementi, enerjiyi sürekli yeşil parıltıya dönüştüren bir polimer kristalinin içine koydu. Sonrasında kristali ışığı elektriğe dönüştüren bir cihaz olan fotovoltaik hücreyle birleştiren ekip, nükleer pili milimetrelik bir kuvars hücreye yerleştirdi.

Wang, 200 saatten fazla süren testler sonucunda cihazın daha önce görülmemiş bir verimlilikle çalıştığını gördü. Üstelik çalışması için asgari miktarda radyoaktif maddeye ihtiyaç duyuyor bu pil. Normalde amerikyumun yarı ömrü yedi bin 380 yıl olsa da bu elementi çevreleyen bileşenler radyasyon nedeniyle eninde sonunda yok olacak. Dolayısıyla nükleer pilin ömrünün birkaç 10 yıllık olacağı düşünülüyor. Dayanıklılığına rağmen bir sorunumuz var: Kullandığımız pillerden çok daha az güç üretiyor. Yani 60 watt’lık bir ampulü çalıştırabilmesi için bu pillerden 40 milyar tanesine ihtiyacımız var.

👁️Gözümüzden kaçmadı

🚀Uluslararası Uzay İstasyonu’un 2030’da emekliye ayrılması planlanıyor. Tabii istasyon emekliye ayrılıyor diye uzay çalışmaları ve astronotların alçak yörüngeye çıkması sonlanacak diye bir şey yok. Önümüzdeki altı yıl var, bu süreçte yeni bir uzay istasyonunun inşa edilmesi gerekiyor. NASA bu iş için Axiom Space’i seçti ama özel uzay şirketi ciddi mali sorunlarla karşı karşıya. Yaklaşık 100 çalışanını işten çıkaran şirket, kalanların maaşında da kesintiye gitti. Bu şirketi daha önce duymamışsanız da ilk Türk astronot Alper Gezeravcı’nın seyahatinin ardından mutlaka duymuşsunuzdur. Şirket, SpaceX’in Crew Dragon aracıyla seyahat için koltuk satıyor normalde. Ama özel astronot seferlerine duyulan ilginin sınırlı olması ve şirketin NASA’dan aldığı uzay elbisesi kontratının da epey maliyetli olması işleri bozdu. Axiom’un CEO’su Kam Ghaffarian şirketi ayakta tutmak için kendi cebinden harcıyor. Bunun ne kadar sürdürülebilir olacağı ise tartışmalı.

🌑Mars tekdüze bir gezegen değil. Eni, boyu ve yüksekliği farklı boyutlarda olduğu için tuhaf bir şekle sahip. Doğası gereği de üç eksenli. Mars’ın tüm bu özellikleri nedeniyle şimdilerde kaybolmuş büyükçe bir uyduya sahip olduğu düşünülüyor. Buna göre Mars’ın erken dönemlerinde, yani henüz katılaşmadan önce, Nerio adı verilen büyük bir uyduya sahipti. Tharsis bölgesindeki devasa volkanik yükseltiler ve Mars’ın bu benzersiz yapısını da işte Nerio’ya borçluyuz. Ancak Nerio Mars’ın yüzeyini şekillendirdikten sonra bir çarpışma sonucu parçalanmış ve geriye bugün bildiğimiz küçük, düzensiz Phobos ve Deimos uydularını bırakmış olabilir. Yine de bu tezin daha kanıtlanmadığını not düşelim. Belki Japonya’nın 2026’da başlatacağı Mars keşif misyonunda Phobos ve Deimos’tan toplanacak örnekler bu teze ışık tutabilir.

🧠İnsanı diğer türlerden ayıran en önemli şey beyin. Dil kullanımı ve geleceği planlama gibi konularda primatlardan daha gelişmiş ve karmaşık bir beyne sahip olsak da bu aşırı gelişmişliğin bir dezavantajı da var: Yaşlanma sürecinde beynimiz daha kırılgan hale geliyor. Almanya’daki Jülich Araştırma Merkezi’ndeki araştırmacılar, insanlar ve şempanzelerin beyinlerini karşılaştırdıkları bir çalışma yaptı. Bu çalışma sonucunda insan beynindeki bazı bölgelerin çok daha fazla büyüdüğünü gördüler. Science dergisinde yayınlanan çalışmaya göre özellikle karar vermede önemli olan orbitofrontal korteks gibi bölgeler daha çok büyüyordu. Ancak bu bölgeler yaşlanmayla birlikte en hızlı küçülen yerlerdi aynı zamanda. Yani yaşlılıktaki hafıza kaybı ve karar vermedeki zorluklar ödediğimiz evrimsel bir bedel olabilir.

Buradaki koyu yeşille gösterilen yerler, insan evrimi sırasında en çok büyüyen kısımlar. Yaşlandıkça da en çok küçülen yerler. Fotoğraf: Sam Vickery

💊Obezite ve diyabet tedavisinde devrim yaratan Ozempic gibi ilaçlar var bildiğiniz üzere. Aslında bu ilaçlar başta diyabet tedavisinde kullanılmak üzere geliştirilmişti ama sonra kilo verdirmede de etkili olduğu ortaya çıkmıştı. Bu ilaçlar GLP-1 hormonunu baz alan ilaçlar ve bu hormonun kilo alımındaki rolünü ortaya çıkaran üç bilim insanı şimdi Lasker Ödülü’ne layık görüldü. Bu bilim insanları Joel Habener, Svetlana Mojsov ve Lotte Bjerre Knudsen. 250 bin dolarlık ödüle layık görülen bu bilim insanlarının ilaçlara katkısı ise şöyle: Habener GLP-1 hormonunu keşfeden kişi, Mojsov hormonun aktif formunu tanımlamış kişi, Knudsen ise hormonun vücutta daha uzun süre aktif kalmasını sağlayacak değişikliği geliştiren kişi. GLP-1 bazlı ilaçların şimdilerde kalp ve böbrek hastalıkları ile uyku apnesi gibi başka rahatsızlıkların tedavisinde de kullanılması tartışılıyor. Belki gelecekte bu bilim insanlarının Nobel aldığını da görürüz, kim bilir?

Soldan sağa: Joel Habener, Svetlana Mojsov ve Lotte Bjerre Knudsen.

📚Yeni çıkanlar

Şimdi size hayvanlar dünyasından gelen ilham verici ve eğlenceli hikayelerle dolu bir dünyaya götüreceğim! Mesela, sivrisineklerin ağrısız cerrahi iğnelerin geliştirilmesine yardımcı olduğunu biliyor muydunuz? Evet, o sinir bozucu küçük yaratıklar aslında sağlık sektöründe büyük bir yeniliğe ilham verdiler! Peki ya midyeler? Evet, bildiğimiz midyeler! Onlar, kontrplak üretiminden dişlerimizdeki kronları yapıştırabilen süper yapıştırıcılara kadar birçok şeyin ilham kaynağı oldu.

Kutup ayılarının kalın kürkleri var ya, işte o kürk tasarımı bir gün insanları uzayda sıcak tutmaya yardımcı olabilir! Moda, mimari, tıp ve ulaşım gibi her alanda doğanın nasıl muhteşem icatlar sunduğunu öğrenmek çok şaşırtıcı, değil mi?

👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.

Merak Çağı, on sekizinci yüzyılın sonundaki keşifleri ve icatlarıyla romantik bilim çağını doğuran kadın ve erkeklerin sürükleyici tarihini anlatıyor. Bu çağ, bilim insanlarının yanı sıra büyük yazar ve şairlere de uzanıyor; tüm yaratıcılar yüksek heyecan, sınırları zorlama ve keşif anlarının tadını çıkarıyor. Holmes, büyük fikirlerin ve deneylerin –hem başarıların hem de başarısızlıkların– nasıl çoğu zaman yalnız bir adanmışlıktan doğduğunu ve dini inanç ile bilimsel gerçeğin nasıl çarpıştığını gösteriyor. Merak Çağı özgünlüğü, hikaye anlatma enerjisi ve entelektüel önemiyle nefes kesici bir kitap.

👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.

Bilim-din çatışması hep gündemde. Evrimden aşı karşıtlığına, müfredat tartışmalarından bilim inkârcılığına dek birçok güncel konu ve sorun, dinin emirleri ile bilimin yöntem ve ilkeleri arasında kurulan zıtlığa sıkıştırılabiliyor.

Bu kitaptaysa Thomas Dixon ve Adam R. Shapiro can alıcı bir soru sorarak konuyu ele alıyor: Bilim-din gerilimini belirleyen asıl mesele ne? Bu ezeli ve çetrefil ikiliğe dair peşin hükümleri felsefi açıdan sorgulayan yazarlar, tıpkı Galileo’nun meşhur davasında olduğu gibi, bilim-din ihtilafının birtakım iktidar ve hâkimiyet mücadelelerini nasıl örtbas edebildiğini –sırasında Avrupa merkezli perspektifin dışına çıkıp sömürgecilik tarihiyle de hesaplaşmaya çalışarak– gözler önüne seriyorlar.

👉Kitabı buradan temin edebilirsiniz.

🤭Sanalda güldürenler

10’ca bilim arasından: Uzayda da mahsur kalsan vatandaşlık görevi önce gelir