Hayatta bazı travmaların benzer bir senaryoyla karşımıza çıkma ihtimali ürkütücü olabiliyor. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde aşırı sağın yükselişi her nasıl ki diktatör Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NSDAP) yükselişini anımsattıysa, bugün yaşanan bazı gelişmeler bize bir başka travmatik hatıranın tekerrürünü hatırlatıyor.
Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’ya açtığı savaş birçok endişeyi de beraberinde getirdi: Üçüncü Dünya Savaşı ve Yeni Soğuk Savaş ihtimali. Kimileri bu ihtimallere sımsıkı sarılıp büyük büyük iddiaları gündeme getirdi; kimileri de bu iddiaların safsata olduğunu söylemekle yetindi. Belki Ukrayna savaşının başladığı 2022 yılı, bu büyük iddiaların altının doldurulması için erkendi ancak endişelenmek için geç bile kalınmıştı. Sonuçta endişelerin silahların konuşmasını önleyecek tedbirler getirmesi gerekirdi; olmadı. Şimdi ise savaşın büyümesi korkusuyla beraber tarihin tekerrür edeceği dehşet senaryoları kaldı bize. Aynı nehirde iki kez yıkanmayacağından bu seferki senaryonun çok daha kötü olabileceğini ifade etmek lazım. Kabusun sinyallerini veren kişi ise bizzat Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin:
‘Eğer birileri, topraklarımızı hedef almak ve bize sorun çıkarmak amacıyla bu tür silahları çatışma bölgesine tedarik edebileceklerini düşünüyorsa, neden bizim de aynı sınıftaki silahları bu tedarikçi ülkelerin hassas tesislerine karşı kullanabileceğimiz bölgelere tedarik etme hakkımız olmasın?’
Putin bu sözleri sarf edeli çok olmadı. Rusya’nın Davos’u olarak bilinen St. Petersburg Uluslararası Ekonomi Forumu (SPIEF) 2024’te birkaç gün önce dile getirdi. Kurduğu birçok cümle arasında “satır arası” olarak kalan bu ifadeler, aslında benzeri üç yıldır “ha oldu, ha olacak” diye yazılıp çizilen o tarihi olaya işaret ediyor. “O olay” dediğim de Küba Füze Krizi ya da Türkiye’de dönemin medyası tarafından çokça kullanılan ismiyle; Jüpiter Füzeleri Krizi ve hatta Ekim Füzeleri Bunalımı. Hangi ismiyle anmak isterseniz anın, ancak anısının dahi yaratacağı korku aynı olacaktır.
Aslına bakacak olursanız, Putin’in bu sözlerinin satır arasında kalma durumu da pek anormal değil. Benzer tonda tehditleri üç yıldır dilinden düşürmüyor Rus lider. Ancak bu sözlerin peşi sıra gelen bir açıklama işin seyrini de değiştirdi.
62’nin kırılma noktası Küba’dan kritik açıklama
Putin’in bu konuşmayı yaptığı 6 Haziran günü St. Petersburg’a yaklaşık 9 bin kilometre uzaklıktaki Küba’dan el yükselten bir açıklama geldi. Küba hükümeti, 12-17 Haziran tarihleri arasında Rusya’dan 3 gemi ile 1 nükleer denizaltının ülkeyi ziyaret edeceğini bildirmişti. Bu açıklamayı takiben 12 Haziran’da Rus deniz filosuna ait denizaltı “Kazan” ve “Amiral Gorşkov” firkateyninin Küba’nın başkentindeki Havana limanına ulaştığı bilgisi paylaşıldı.
Bakanlık tarafından yapılan açıklamaya göre mürettebat, birkaç gün sürecek protokol etkinliklerine katılacak ve yerel cazibe merkezlerini keşfedecek. “Amiral Gorşkov” ve “Kazan”, Havana yolculuğu öncesinde, 600 kilometreden fazla mesafedeki hedeflere karşı hassas füze simülasyonlarının kullanıldığı bir tatbikata katılmıştı.
Küba ile Rusya Federasyonu arasındaki tarihi dostluğa işaret edilen açıklamada, “Gemilerin hiçbiri nükleer silah taşıyıcısı değil, dolayısıyla ülkemizde durmaları bölge için tehdit oluşturmuyor. Dostluk ve işbirliği içinde olduğumuz ülkelerin bu tarz ziyaretleri tarihi uygulamadır” denilmişti. ABD bu gelişmelerin ardından bir süre sessiz kalsa da ardından Küba’yı ziyaret eden Rus deniz filosunun Florida’nın güney kıyılarına 50 kilometre kadar yaklaşması üzerine bölgeye savaş gemileri ve uçak gönderdi.
ABD Kuzey Kuvvetleri Komutanlığından (NORTHCOM) Miami Herald gazetesine yapılan açıklamada, Rus filosunu izlemek için bölgede 3 muhrip ve 1 denizaltı keşif uçağının konuşlandırıldığı ifade edildi.
İşte bu da 1962 sonbaharında yaşananların yeniden gündeme gelmesine neden oldu. 62 yıl önce neler yaşanmıştı, isterseniz bir hatırlayalım.
Nükleer yok oluşa ramak kala: Küba Füze Krizi
Dünya bundan 62 yıl önce iki süper gücün gövde gösterileriyle kâh oturup kâh kalkıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) ait bir U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960’ta düşürülmesiyle iyice gerilen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve ABD hattı takip eden iki yıl içinde dünyayı belki de sona götürebilecek bir çekişmeye başlayacaktı. SSCB için merkezin Küba olmasının da nedenleri var elbet: Hem ABD’yi tehdit edebileceği en yakın ve kritik nokta olması hem de Amerikan Hükümeti’nin Fidel Castro rejimini devirmek istemesine karşın SSCB’nin Havana ile yakınlaşması. Stratejik konuma değinmişken bu krizin bir de Türkiye ayağı var ki ona da biraz ilerlerde değineceğiz.
14 Ekim 1962’de bir ABD casus uçağı Küba üzerinde uçuş yaptığı sırada, inşaatı devam eden nükleer füze rampalarıyla karşılaştı ve fotoğrafladı. 16 Ekim 1962 günü dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Küba’da füze üslerini belirleyen hava fotoğraflarını Başkan Kennedy’e gösterdi. Fotoğraflardan anlaşılan şey ise şuydu; evet bir inşaat vardı, hatta füzeler de yerleştirilmişti ancak eksikleri vardı. Yani SSCB söz konusu nükleer füzeleri ateşleyebilmek için Küba’ya parça tedariki yapmalıydı.
Dönemin ABD Başkanı, SSCB gemileri Küba yolundayken abluka kararı aldı. Washington bu kararını, Birleşmiş Milletler’e, Amerikan Devletleri Örgütü ya da NATO’ya danışmadı sadece haber verdi. Kennedy’nin kararı üzerine abluka derhal uygulanmaya başlandı; talimat ise kesindi: SSCB gemileri ablukaya uymazsa dibi boylayacaktı. Gemilerin abluka ya da okyanusun dibini görme ihtimali de tabii ki SSCB lideri Kruşçev’in iki dudağı arasındaydı: “Gemiler, saldırı değil savunma silahı taşıyor. Durmaları için emir vermeyeceğim.”
Bugün yapılan açıklamaya ne kadar benziyor değil mi? Tabii ki bu sözlerin benzerliği günümüzdeki olayda adı geçen gemiler ve denizaltının nükleer silah taşıdığı anlamına gelmiyor. Ancak bir benzerliğe daha dikkat çekmekte fayda var. Zamanında Kruşçev’in giriştiği bu hamle, satranç tahtasındaki dengeleri sarsmak için kurulmuş bir oyun olarak da yorumlanmıştı. Yani bazı analistler, Kruşçev’in amacının saldırı değil, caydırıcılık olduğuna inanıyordu. Keza ben de aynı düşünceyi Putin için paylaşıyorum. Onun da esas amacının “Rusya’nın küçümsenen nükleer gücünü her defasında hatırlatmak” ve caydırıcı bir unsur olarak kullanmak olduğu kanaatindeyim. Zamanında ortalığı geren bir hamle olarak kalabilen bu kriz böylesi bir sertlikle tekrar ederse bu kez dengeleri sarsmakla değil, satranç tahtasının imha olmasıyla da sonuçlanabilir. Keza Putin’in de dediği gibi, “nükleer savaşın kazananı olmaz.”
Şimdi bir flashback ile Kruşçev ve Kennedy arasında yaşananlara dönelim mi?
Her şey daha da kritik bir hal almaya başlamıştı…
İki lider arasındaki mektuplaşmalardan birinde Kruşçev tansiyonu düşürecek şartını koştu: ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği Jüpiter füzelerini sökmesi. ABD 1959 yılında Türkiye ile anlaşmış ve 1961 yılında Türkiye’ye nükleer kapasiteli Jüpiter füzeleri yerleştirmişti. ABD’nin nükleer füzeleri yerleştirdiği tek ülke Türkiye de değildi, İtalya’da da benzer silahlar konuşlandırılmıştı. Haliyle SSCB’nin pazarlık unsuru da öncelikli olarak Türkiye’dekiler olmak üzere füzelerin kaldırılmasıydı.
SSCB, ABD’nin Türkiye’deki Jüpiter füzelerini sökmesi halinde kendilerinin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtmişti. ABD’den de aynı güvenceleri Küba için talep etmişti. ABD Başkanı Kennedy de Kruşçev’e verdiği yanıtta Türkiye’deki füzelerin akıbetine yönelik geçiştiren bir üslup kullanmış ve Küba’daki füzelerin kaldırıldığında ablukaya son vereceklerini açıklamıştı.
Kennedy’nin derdi ABD’nin dibindeki tehdidi bir an önce bitirmekti. İki lider mektuplaşmayı sürdürürken abluka devam ediyor gerilim de tırmanıyordu. Dünya ise nefesini tutmuş ne olacağını izliyordu.
Kruşçev, 26 Ekim 1962’de Kennedy için kaleme aldığı “gizli” mektubunda gerilimin ne boyutta olduğunu şöyle anlatıyordu:
Bay Başkan, savaş düğümünün bağlandığı ipin uçlarını şimdi ben ve siz çekmemeliyiz. İkimiz ne kadar çok çekersek, düğüm o kadar sıkı bağlanır. Ve bir an gelebilir. Çözmeye, onu bağlayan bizlerin bile gücümüz yetmeyebilir. O zaman düğümü kesmek gerekir ki bunun ne anlama geldiğini ikimiz de biliyoruz.
Kennedy SSCB’den sessiz kalmalarını istedi, eğer Moskova buna uyarsa 6 ay içinde Türkiye’de füzeler kaldırılacaktı. Her ne kadar SSCB yazılı teminat istese de “kapalı diplomasi” gereği, Kennedy’nin dediği oldu; söz baki SSCB de sessiz kaldı. Düğüm çözüldü.
Ancak düğüm bugün, günümüz Rusya ve ABD’si tarafından atılıyor. Her bir çekiştirmede daha da çözülmez hale geliyor. Ortada diplomasi olgunluğuna yaraşır bir çözüm arayışı yok. Her ne kadar Putin “masaya hazırız” dese de kendi şartlarını diretiyor. Ukrayna’nın lideri Volodimir Zelenski, eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın ünlü Berlin Duvarı konuşmasından ilhamla Almanya’da “Yıkılmayacak duvar yoktur” diyor. Zelenski’nin bahsettiği yıkım, 1989’daki yıkımdan çok uzak… Topyekûn savaşa devam etmek istiyor.
O zaman bize de Küba Füze Krizi zamanlarından çok daha karanlığında yaşadığımızı kabullenmek kalıyor.
İki düşman…
Kennedy ve Kruşçev.
Kennedy suikaste kurban gittikten sonra Kruşçev cenazesine bir elçi göndermişti. Bunu çok “sembolik” ya da “yapmacık” bulanlara diplomasi aslında budur, diyorum. Keza eski ABD Başkanının eşi de aynı düşünmüş olmalı ki bir mektup kaleme alarak SSCB liderine şunları söylüyor:
…Siz ve o düşmandınız, ancak dünyanın yok edilmemesi gerektiğine dair bilinçte ve kararlılıkta müttefiktiniz. Birbirinize saygı duyuyor ve birbirinizle iletişim kuruyordunuz. Başkan Johnson’ın da sizinle aynı ilişkiyi kurmak için her türlü çabayı göstereceğini biliyorum… Büyük adamlar özdenetim bilincine sahipken, küçük adamlar bazen korku ve gururdan etkilenirler. Keşke gelecekte büyük adamlar, küçükler kavgaya başlamadan oturup konuşmaya devam edebilseler…
Bugün ise dünya, küçük adamların kavgalarında can çekişiyor.