Geçen haftaki yazımda kullandığımız her ‘ücretsiz’ dijital hizmet karşılığında ilgili hizmeti sunan şirketlerle verilerimizi ve dikkatimizi paylaştığımızdan ve bu alışverişe literatürde ‘dijital trampa’ dendiğinden bahsetmiştim. Dijital trampanın en dikkat çekici özelliklerinden biri kaçınılmaz olması. Verilerinin paylaşımı konusunda son derece dikkatli ve hassas davranan bir kişi bile aslında verilerini zannettiği kadar koruyamıyor. Bunun iki temel nedeni piyasa dinamikleri ve insanlar, adı üstünde, sadece ‘insan’ olmaları.
Yeni para birimi: Veri
Günlük hayatımızda yer almaya başladığı 1990’lı yıllarda, internete ilişkin ilk temel algı sınırları kaldırması, kişiler arasında iletişimi kolaylaştırması ve çeşitli çevreler içerisinde iş birliğini güçlendirmesi oldu. İnternetin ticari faaliyetler ve ekonomik çıkarlardan ziyade, insanlığın yaşadığı birtakım engelleri ortadan kaldırmaya odaklanıyor olduğu izlenimi beraberinde internet üzerinden iş yapan firmaların ücretsiz hizmetler sunmalarını getirdi. Hatırı sayılır ölçüde uzun bir süre ücretsiz hizmetlerden faydalanan tüketiciler, internet üzerinden aldıkları hizmetleri, hizmet olarak değil, internetin doğal bir parçası olarak görmeye başladılar. Bu aşamadan sonra ise, sunulan hizmetlerden herhangi bir ücret talep etmek son derece zor bir hal aldı.
Zaman içinde sunduğu hizmetleri ücretlendirme konusunda adım atmaya çalışan şirketlerin olduğu, hatta bu strateji deneyen ilk şirketlerden birinin Google olduğu biliniyor. Fakat, dönemin mevcut internet ekosistemi içerisinde tüketicilerden kullanılan hizmet başına herhangi bir ücret tahsil etmek mümkün olamadı. Bunun sebebi hem tüketicilerin internet üzerinden aldıkları hizmetlerin bedava olması gerektiğine ilişkin genel kanı, hem de birey başına tahsil edilmesi gereken küçük miktarlar için kurulması gereken sistemin, o dönem için, fazla masraflı olmasıydı.
Bu piyasa dinamiklerinin bir doğal sonucu olarak, internet üzerinden hizmet sunan şirketler, sundukları hizmetlerin karşılığını almanın başka yollarını aramaya başladılar. Bu noktada da hayatımıza ‘veri ile ödeme modeli’ (‘data-as-payment model’) girmiş oldu. Tüketicilerden toplanan bu veriler üzerinden sağlanan hizmetlerin fazlalaşması ve son derece önemli hale gelmesi ile birlikte de, verilerden ‘yeni para’, ‘petrol’, ‘altın’ ve hatta defalarca kullanılabilir olmaları nedeniyle ‘rüzgar enerjisi’ olarak bahsedilmeye başlandı.
Bu yeni para biriminin büyük bir bölümünü elinde bulunduran şirketlerin sayısı ise dünya genelinde 10’dan az. Tahmin edilebileceği üzere, hepsi de günlük hayatımızda sıklıkla kullandığımız hizmetleri sunan şirketler.
Kullanmaktan kaçınılması mümkün olmayan hizmetler
İnternet üzerinden sunulan bazı hizmetleri şahsen kullanmak istemesek de kullanmak zorunda kaldığımız bir gerçek. Bunun en tipik örneği, şüphesiz ki çeşitli haberleşme aplikasyonları. Dünya nüfusunun büyük bir bölümü tarafından kullanılan bir mesajlaşma uygulamasını kullanmayı reddetmek hem özel hayatımızda hem de iş hayatımızda bizi son derece zor bir durumda bırakacağından, uygulamaya ilişkin kişisel görüşümüzden bağımsız olarak, söz konusu uygulamayı adeta kullanmak zorunda kalıyoruz. Tam da pandemi döneminde WhatsApp’a ilişkin olarak yaşanılan sorunlar bu durumun somut bir göstergesi. WhatsApp’ın kabul etmek zorunda bırakıldığımız gizlilik politikasının olası sakıncalarına ve buna karşı büyük bir tepki oluşmuş olmasına rağmen, alternatif haberleşme uygulamalarına geçiş beklenen ölçüde olmaktan çok uzak kaldı. Bugün çoğumuz hali hazırda yazışma ve haberleşmelerimizin büyük bir bölümünde WhatsApp kullanmaya devam ediyoruz. Dünya nüfusunun genelinde böyle bir eğilim olduğu sürece de devam edeceğiz.
Benzer durum başka uygulamalar açısından da yaşanıyor. Örneğin, potansiyel bir çalışan adayının hiçbir sosyal medya profilinin olmamasının işverenler açısından normal dışı bir durum olarak değerlendirildiği uzun zamandır belirtiliyor. Benzer şekilde, kendisi ile aynı sektörde aktif kişilerle bağlantı kurabilmek ve yaptığı işleri tanıtabilmek için kişilerin sosyal medya uygulamalarından faydalanmaları adeta bir gereksinim. Yaşayabilecekleri her türlü sorunu göze alarak hiçbir uygulamayı kullanmayan kişiler ise, e-posta hizmetlerinden ve arama motorlarından faydalanmak suretiyle veri üretiyorlar.
Bu noktada bir uygulamayı kullanmamanın, o uygulamanın bizimle ilgili veri sahibi olamadığı manasına gelmediğini de belirtmek gerekir. 2019’da Bagrow, Liu ve Mitchell tarafından Twitter platformuna yönelik olarak yapılan bir araştırma, Twitter’ı şahsen kullanmayan bir kişinin, tanıdığı sekiz ila dokuz kişinin Twitter kullanıcısı olmalarının, Twitter’ın ilgili kişiye ilişkin bilgilere sahip olması için yeterli olduğunu ortaya koydu. Bir ülkenin nüfusunun önemli bir bölümünün kullandığı uygulamalar ise, zaten o ülkede yaşayan kişilere ilişkin yeterli bilgiyi elde etmiş oluyor.
Ödeme yapmak ‘veri toplanmadığı’ anlamına gelmiyor
Mevcut durumda en makul çözümün, şirketlerin sunduğu hizmetler karşılığında ‘veri üretmek’ yerine para ödeyerek, verilerimizin toplanmasını engellemek olduğu düşünülebilir. Belirli bir ücret karşılığında abonelik ve çeşitli hizmetler satan uygulamaların sayısı giderek artıyor. Hatta, pek çok uygulama, ödeme yapan tüketicilere reklam göstermeme yoluna gidiyor.
Farklı abonelik çeşitlerinden faydalanmak uygulamayı en etkin ve rahat bir şekilde kullanmak için en makul seçenek olabilir. Bununla birlikte, uygulamanın artık verilerimizi toplamadığı manasına gelmiyor. Zira, uygulamanın kullanım şartlarında açıkça belirtilmediği sürece, böyle bir yasal zorunluluk da yok. Aksine, uygulamayı daha etkin kullanmamızla birlikte daha fazla veri üretiyor olma ihtimalimiz son derece yüksek…
Tüketiciyi bilgilendirmeyi amaçlayan kullanım şartları
Şirketler hangi verilerimizi hangi amaçla topladıklarını bize kullanım şartları aracılığı ile belirtiyorlar. Bu şartları okuyan ve gerçekten anlayan kişi sayısının son derece az olduğunu belirtmeye gerek dahi yok. Bununla birlikte, 2008 senesinde Carnegie Mellon Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma sorunu somut olarak ortaya koyuyor. Araştırmacılar, bir tüketicinin ziyaret ettiği her internet sitesinde karşılarına çıkan kullanım şartı ve/veya gizlilik politikalarını okumaları için gereken sürenin bir senede 25 tam güne eşit olduğu, bunun da 76 iş gününe tekabül ettiğini belirtiyor.
Bu kullanım şartlarını okuyup anlayan bir tüketici olduğu varsayılsa dahi, bir bireyin farklı şirketler arasında gerçekleşen ‘veri akışını’ kontrol etmesi zaten mümkün değil. Bir e-ticaret platformuna bir konser bileti almak amacıyla verdiğimiz verinin, ne kadar saklandığı, ilgili platformla bağlantılı diğer platformlarla paylaşıldıktan sonra hangi diğer verilerle birleştirildiği, hatta tamamen bağımsız bir platforma aktarılıp aktarılmadığı tamamen kontrolümüz dışında…
Dijital trampanın bireyler tarafından kontrolü mümkün değil
Özetle, birey olarak dijital trampa içinde bulunmamayı tercih edebilmemiz pek mümkün değil. Benzer şekilde, toplanan verilerimizin tam olarak hangi amaçla kullanıldığını belirleyebilmemiz de mümkün değil. Devletler tarafından kapsamlı bir düzenleme yapılmadığı sürece, dijital trampa ve olası olumsuz etkileri, hepimiz için kaçınılmaz!