Hayatımızın her alanını olumsuz etkileyen enflasyon, vergi sisteminde de istenmeyen etkilere yol açıyor. Hele ki ülkemizdeki gibi hayatın olağan bir parçası haline gelmiş, oranı devamlı artan ve artışının ne zaman biteceğinin öngörülmesi dahi mümkün olmayan bir enflasyon, mükelleflerin olumsuz yönde etkilenmelerinin önünde geçilmesini neredeyse imkânsız hale getiriyor.
Enflasyon vergi sisteminin geneline etki ediyor
Fiyatların genel seviyesinin sürekli ve önemli bir ölçüde artışını ifade eden enflasyon, aslen, vergi kanunlarının bir parasal değer bağladığı her durumu etkiler. Bu etki olumlu veya olumsuz olabileceği gibi, mükellef üzerinde veya idare üzerinde oluşabilir.
Vergi Usul Kanunu’nda bazı cezalar için belirtilen sabit miktar (5.000 TL, 10.000 TL gibi) idare üzerinde oluşabilecek olumsuz etkinin en basit örneklerindendir. Bu miktarlar gereken ölçü ve hızda güncellenmediğinde, cezaların caydırıcılığının azalacağı tartışmasızdır.
Benzer şekilde, Gelir Vergisi Kanunu’nda yer alan “artan oran”, yani gelir miktarı arttıkça, uygulanacak vergi oranının da artması, mükellefler üzerinde oluşabilecek olumsuz etkilerin en temel örneklerindendir. Tarifede yer alan gelir miktarları gereken ölçü ve hızda güncellenmediğinde -ki enflasyonun aylık olarak ciddi ölçüde arttığı dönemlerde bu kuvvetle muhtemeldir-, aslında satın alma gücünde herhangi bir artma olmayan, hatta azalma olan, bir mükellef, bir üst tarifeden vergiye tabi tutulmaya başlayabiliyor.
Bütün gelir vergisi mükellefleri bir “enflasyon vergisine” tâbi olabilir
Konuyu basitçe örneklendirecek olursak; senelik enflasyon oranının yüzde 25 olduğu bir ülkede, sadece üç orandan oluşan basit bir gelir vergisi tarifesi olduğunu varsayalım.
Söz konusu tarife, gelir vergisi oranlarını, 250.000 TL’ye kadar olan gelirler için yüzde 15, 750.000 TL’ye kadar olan gelirler için yüzde 30, 750.000 TL ve üzerindeki gelirler için ise yüzde 40 olarak belirlemiş olsun.
Senelik geliri 700.000 TL olan bir mükellefin, bu tarife üzerinden tâbi olduğu oran yüzde 30. Söz konusu mükellefin maaşına sene sonunda yüzde 20 oranında zam yapıldığında, senelik geliri 840.000 TL’ye yükselir.
Enflasyon oranı yüzde 25 olduğu için, mükellefin satın alma gücü aslen azalmış olur. Yeni dönem için gelir vergisi tarifesinde yapılan değişiklik kapsamında, enflasyon oranı yüzde 10 olarak hesaplanırsa, tarife şu şekilde revize edilmiş olur: 275.000 TL’ye kadar olan gelirler için yüzde 15, 825.000 TL’ye kadar olan gelirler için yüzde 30, 825.000 TL ve üzerindeki gelirler için ise yüzde 40.
Böylece, gerçekte satın alma gücü aslen azalmış olan mükellef, sadece maaşındaki nominal artıştan dolayı, yüzde 30 yerine yüzde 40 oranında gelir vergisine tâbi tutulmaya başlar.
Literatürde “tarife kayması” veya “tarife sürüklenmesi” olarak adlandırılan bu kavram, enflasyon güncellemesinin yeterli ölçüde yapılmadığı durumlarda, aslen satın alma gücünde azalma olan mükelleflerin tâbi oldukları vergi oranının artması nedeniyle, daha fazla vergi ödemeye başlamasına yol açıyor.
Aynı kavram için Fransız literatüründe kullanılan, Türkçe’ye “soğuk artış” olarak çevirebileceğimiz, “progression à froid” terimi aslında durumu daha güzel özetliyor. Uygulanan vergi oranı, herhangi bir neden olmaksızın adeta “itilmiş” gibi tarife atlanması suretiyle, artıyor. Daha da net bir terim kullanacak olursak, mükellefler bir nevi “enflasyon vergisi” ödemeye başlıyor.
Enflasyon gelir eşitsizliğiyle mücadeleyi de olumsuz yönde etkileyebilir
Gelir vergisi tarifesinde enflasyona bağlı düzenlemenin gerektiği şekilde yapılamadığı durumlarda, artan oranlı vergilendirmeden beklenen etki de yitiriliyor. Artan oranlı vergilendirmenin amacı, mali gücü daha yüksek olandan, gelir vergisi kapsamında daha fazla gelir elde edenden, daha fazla vergi alınması.
Sabit bir oran uygulanması halinde de bu amaca ulaşılması tabii ki mümkün, fakat artan oranla bu amaç önemli ölçüde destekleniyor.
Örneğin, gelir vergisi sabit oranı yüzde 10 olur ise, 100.000 TL gelir elde eden bir kişi 10.000 TL vergi öderken, 1.000.000 TL gelir elde eden bir kişi 100.000 TL vergi ödüyor. Artan oranlı bir sistemde ise, örneğin, 100.000 TL gelir elde eden bir kişi yüzde 10 oranına tâbi tutulup 10.000 TL vergi öderken, 1.000.000 TL gelir elde eden bir kişi yüzde 30 oranına tâbi tutulup, 300.000 TL ödeyebiliyor. Artan oran, mali gücü daha kapsamlı bir şekilde kavrayabiliyor ve gelir eşitsizliğinin etkilerini azaltma yolunda azımsanmayacak bir katkı sağlıyor.
Enflasyona bağlı güncelleme gerektiği gibi yapılmadığında, mükellefler satın alma güçlerinde herhangi bir artış olmadığı halde üst dilimlere kayıyor ve belirli bir aşamadan sonra önemli bir kısım mükellef aynı orana tabi olmaya başlayabiliyor. Bu da uygulamada sabit oranlı vergiye geçiş anlamına geliyor.
‘Enflasyon düzeltmesi’ ikinci bir “’enflasyon vergisi’ne yol açabilir
Gelir vergisi mükellefleri ticari kazanç elde edip de bilanço usulüne göre vergiye tâbi tutuluyorlarsa, başka bir “enflasyon vergisi” ile daha karşılaşmaları mümkün olabiliyor. Bunun sebebi de, son günlerin en çok tartışılan konularından bir tanesi olan “enflasyon düzeltmesi”.
Bu ikinci tür “enflasyon vergisi” kurumlar vergisi mükelleflerini de ilgilendiriyor. Belirtmek gerekir ki, kurumlar vergisi oranı sabit olduğu için, kurumların tarife kayması nedeniyle oluşabilecek bir “enflasyon vergisi”ne tâbi olmaları söz konusu değil. Diğer bir deyişle, kurumlar vergisi mükellefleri nezdinde bir adet “enflasyon vergisi” oluşurken, gelir vergisi mükellefleri nezdinde iki farklı “enflasyon vergisi” oluşabiliyor.
Enflasyon düzeltmesi neden gerekli?
Hem ticaret hukukunda hem de vergi hukukunda önemli bir yeri olan bilanço, işletmelerin genel durumlarının belirli bir günde çekilmiş resimleri olarak tanımlanabilir. Bilanço, işletmelerin varlıkları, borçları, mevcut stokları vb. finansal bilgileri içermek suretiyle, işletmelerin finansal durumuna genel bir bakış sunuyor.
Vergi kanunlarında bulunan kanunen kabul edilmeyen giderler veya çeşitli vergi indirimleri gibi bazı düzenlemeler nedeniyle ticari bilançolar hazırlandıktan sonra bir de “mali bilanço” hazırlanması gerekiyor.
Enflasyonun parasal değerlerde yarattığı aşınma, belirli bir sürenin sonunda, bilançolar üzerinde birikimli bir etki yaratıyor. Bu durum özellikle bilançoda bulunan parasal olmayan varlıkların (bina, stok vb.) değerlerinin net olarak yansıtılamamasından kaynaklanıyor.
Örneğin, 5 sene önce alınmış bir binanın bilançoda gösterilen değeri, enflasyon güncellenmesi yapılmadığında, ilgili binanın tarihsel değerini yansıtıyor, fakat bu değer, günümüz değerine kıyasla son derece anlamsız kalabiliyor.
Hem ticaret hem de vergi hukuku açısından bilançoların reel durumu yansıtması son derece önemli; bu nedenle, özellikle uzun süren bir enflasyon dönemi esnasında ve/veya sonrasında, enflasyon düzeltmesinin yapılması elzem.
Peki aslında yerinde bir uygulama olan enflasyon düzeltmesi, ne zaman bir “enflasyon vergisi”ne dönüşüyor ve neden bu kadar tepki topluyor? Bu iki hususa bir sonraki yazımda değineceğim.