CHP’nin tutuklu Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu, süreç ile ilgili yaptığı değerlendirmede, “Özellikle kayyum atanan belediyelere görevlerinin iade edilmesi ve tutuklu siyasilerin serbest bırakılması iktidarın samimiyet testidir. Bu sınavdan geçebilecekler mi hep birlikte göreceğiz” dedi.
İmamoğlu “Bütün olan bitenin tek sebebi var; 23 senedir ülkeyi yönetenler kaybetmeye mahkûm oldukları iktidarı bırakmaya hazır değil” dedi.
“Darbe dönemlerinde yargılamalar spor salonlarında yapılırdı. Şimdi Silivri’ye yapılan yeni duruşma salonunun o dönem yapılandan farkı ne?” diyen İmamoğlu “Bu tam olarak Yassıada zihniyetinin hortlamasıdır. Demokrasiden kopuşun, darbe dönemi uygulamaların devreye girişinin ete kemiğe bürünmüş halidir” ifadelerini kullandı.
Davaları hakkında da değerlendirmelerde bulunan İmamoğlu “Başından beri hem savcı atamaları hem de hakim tayinleri İmamoğlu ayarlı yapılıyor. Arada gözden kaçanlar varsa o da 19 Mart’tan bu yana kararnamelerle halledildi, hallediliyor. Adaletin olmazsa olmazı, ‘Doğal hakim’ kuralı yerle bir edilmiş durumda” diye konuştu.
İmamoğlu “Herkes gibi Kürt vatandaşlarımız da görüyor ki süreç gibi hayati bir adımı bile siyasi istikbali için kullanmaya çalışan, siyasi istikbalini gözeterek süreçte ağırdan alan bir iktidar var. Herkes kimin ne kadar samimi kimin ne kadar ciddi olduğunu görüyor” dedi.
Kayyımlara ve tutuklu siyasilere dikkat çeken İmamoğlu “Özellikle kayyım atanan belediyelerin başkanlarının göreve iade edilmesi ve tutuklu siyasilerin serbest bırakılması iktidarın samimiyet testidir. Bu sınavdan geçebilecekler mi hep birlikte göreceğiz” ifadelerini kullandı.
Ekrem İmamoğlu’nun açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:
“Bütün olan bitenin tek sebebi var; 23 senedir ülkeyi yönetenler, kaybetmeye mahkûm oldukları iktidarı bırakmaya hazır değil. 19 Mart 2025’ten bu yana yaşadıklarımız, iktidardakilerin kendilerinden başkasının seçim kazanmasını engellemek için her yolu göze aldığını gösteriyor. Benim ve Türkiye’yi yönetmeye talip kadroların tutsak edilerek rakip olmaktan çıkarılmak istenmesi de bunun bir parçasıdır.
Mahkemedeki savunmamı paylaşan gençlerin gözaltına alınması, sesimin ve görüntümün fiilen yasaklanması hepsi aynı amacın farklı girişimleri. İktidarda kalabilmek için korkuyu araç olarak kullanıyorlar. Topluma korku salmak ve “herkesin başına her şey gelebilir” duygusunu yerleştirmek istiyorlar. Hukuku sindirme ve caydırma aracı olarak kullanıyorlar.
Bütün bu çabanın arkasında ise net olarak kendi korkuları var. Milletin özgür iradesinden ve kendilerini seçmeyeceğini bildikleri için milletten korkuyorlar. Çünkü milletimiz belediyelerde ortaya koyduğumuz yönetim anlayışını, hizmeti, şeffaflığı ve ahlaki duruşu görüyor.
Bu karşılaştırma yapıldığında iktidarın alternatifsiz olmadığı ortaya çıkıyor. Sandıkta kaybedeceklerini bilenler, rakiplerini sandığa ulaşmadan saf dışı bırakmak istiyor. Bütün bu güç gösterisinin ardında zayıflayan ve artık milletin oyunu da rızasını da alamayacak olan iktidarın korkusu var.
Ama şunu da bilsinler; zulümle abad olunmaz. Milletin iradesini baskıyla sindirmeye çalışanlar, o iradenin sandıkta ne kadar güçlü olduğunu mutlaka görecekler. Türkiye hukuku sopa gibi kullanan bu iktidardan büyük olduğunu er geç gösterecektir.
Artık tamamen kişiye özel bir hukuk sistemine geçildi. Zaten Türkiye’yi bir açık hava cezaevine çevirdiler. Hukuk yok. Kural yok. Adalet sistemi yandaşa farklı, muhalife farklı çalışıyor. Yasalarda ne yazarsa yazsın, istediklerine istedikleri gibi suç uydurup cezaevine koyuyorlar.
Fatih Altaylı’nın başına gelenler. İşte Enver Aysever’in başına gelenler. Eskiden savcılığa davet vardı, davet edilen gider ifadesini verirdi. Sonra da yargılama yapılır, yargılanan suçlu bulunur, karar kesinleşirse verilen ceza infaz edilirdi. Normali bu. Ama artık normali gece yarısı veya şafak vakti ev basma haline geldi. Gözaltına alınanlar, atfedilen suç cezaevinde yatmayı gerektirmiyor bile olsa ibret olsun diye tutuklanıyor.
19 Mart’ta hukuksuzluğa itiraz eden öğrencilerin başına bu gelmedi mi? Onları tutuklayan hakimler, ceza alsalar da cezaevine girmeyeceklerini, çünkü o cezaların yatarının olmadığını bilmiyorlar mıydı?
Elbette biliyorlardı ama cezayı baştan vermek istediler. İtirazı cezalandırdılar. İbret olsun, başka kimse buna cesaret edemesin diye yaptılar.
Yani sadece bana yapılmıyor hukuksuzluk, bütün bir toplum adaletten yoksun maalesef. Keyfilik almış başını gitmiş. Neden? Nedeni çok açık. Bir avuç muhterisin koltuğunu kaybetme korkusu. Bir avuç muhterisin, sırf kendi ballı hayatları devam etsin diye demokrasiyi rafa kaldırma girişimi. Bize yönelik haksız hukuksuz soruşturmalar da bu sürecin bir parçası.
Darbe dönemlerinde yargılamalar spor salonlarında yapılırdı. Şimdi Silivri’ye yapılan yeni duruşma salonunun o dönem yapılandan farkı ne? Kişiye özel hukuk olur mu? Kişiye özel duruşma salonu olur mu?
Bu tam olarak Yassıada zihniyetinin hortlamasıdır. Demokrasiden kopuşun, darbe dönemi uygulamaların devreye girişinin ete kemiğe bürünmüş halidir.
Bu iktidar ‘Ben Anayasa’yı rafa kaldırdım, demokrasiyi rafa kaldırdım’ diye pankart hazırlatıp meydanlara assa ancak bu kadar net mesaj verebilirdi. Dolayısı ile Yassıada tarihte nasıl anılıyorsa bu dönem de öyle anılacak. Utançla anılacak. Bunu yapanlarsa hayatlarına bu utanç verici kara lekeyle devam edecekler.
Başından beri hem savcı atamaları hem de hakim tayinleri İmamoğlu ayarlı yapılıyor. Arada gözden kaçanlar varsa o da 19 Mart’tan bu yana kararnamelerle halledildi, hallediliyor. Adaletin olmazsa olmazı, ‘Doğal hakim’ kuralı yerle bir edilmiş durumda. İlk işaret 19 Mart’ta verilmişti hakimlere.
İBB operasyonunda tutuklanması istenen 8 kişiyi adli kontrolle serbest bırakan hakim ertesi gün kendisini başka bir görevde buldu. Diplomamın iptali sonrası açılan evrakta sahtecilik davasının hakimi sadece dosyasına özen gösteriyor diye değiştirildi. Yeni atanan hakim ortada tek bir sahtecilik olmadığını bile bile karar vermemek için binbir dereden su getirdi, davayı üç ay sonrasına erteledi.
Savcılığı mütalaa vermeye zorlayan hakim hemen o görevden alındı. Yerine gelip beraat veren hakim de kendisini Maraş’ta buldu. Kimsenin anlamadığı, anlamlandıramadığı, düşmanca iddianameler yazan savcılar ise terfi ettirildi, ödüllendirildi. Bu bize muktedirlerin hedefe nasıl kilitlendiklerini gösteriyor. Kafalarına koymuşlar, ‘demokrasiyi yara bere içinde de bıraksak, 86 milyonu fakirleştirsek de, çocukların geleceği yok da olsa, gençler umutlarını da kaybetse İmamoğlu oyun dışında bırakılacak’ diyorlar.
Hukuk üzerinden gizlice ilan ettikleri sıkıyönetimin nedeni bu. Ama tarih bilmiyorlar, milleti tanımıyorlar. Tarih bunlar gibi biçare muhterislerin nafile girişimlerinin çöplüğü gibidir. Bu millet demokrasiyi kolay kazanmadı, birkaç kişi koltuğunda otursun diye bu hakkından da vazgeçmez. Herkes her şeyi görüyor ve ne yaparlarsa yapsınlar istedikleri sonucu alamayacaklar. Nasıl milletin kararı ile geldilerse yine milletin kararı ile tıpış tıpış gidecekler.
Bu sürecin başladığı ilk günden bugüne CHP olarak iktidarın ‘Terörsüz Türkiye,’ bizimse ‘Terörsüz ve Demokratik Türkiye’ olarak adlandırdığımız sürecin içindeyiz ve bunu da Kürtler de dahil bütün yurttaşlarımız biliyor, görüyor.
İlk günden beri hem sürecin içinde olduk hem de sürecin ilerlemesi için TBMM’de kurulan komisyon çalışmalarına katılarak sürece katkımızı yaptık. Komisyondaki arkadaşlarımız nihai raporlarını tamamlamak üzere. Komisyondan siyasi partileri temsilen bir heyetin İmralı’ya ziyaretine ise parti olarak katılmayı uygun bulmadık ancak sürecin içindeyiz ve genel başkanımızın defalarca kez vurguladığı üzere içinde olmaya, içinde kalmaya devam edeceğiz.
Sürecin içinde olmakla da yetinmiyoruz. İlk olarak Kürt meselesi üzerine partide ve Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisinde çalışmalarımıza devam ediyoruz. CHP olarak kayyumların olmadığı, devletin herkesin anadiline ve kültürüne saygı gösterdiği ve desteklediği, kimsenin siyasi faaliyetinden dolayı hapishanelere doldurulmadığı, başta sayın Demirtaş olmak üzere siyasi parti liderlerinin, seçilmiş belediye başkanlarının serbest kaldığı bir Türkiye için çalışıyoruz.
Kürtler de dahil bütün vatandaşlarımıza daha demokratik, daha müreffeh daha huzurlu bir Türkiye’nin sözünü veriyoruz. CHP olarak vatandaşımız Kürtlerle ilişkimizin eşit vatandaşlığa, Suriye ve Irak Kürtleriyle ilişkimizin de kardeşliğe ve yoğun ekonomik ve kültürel işbirliğine yaslanacağı bir Türkiye ve bölge için çalışacağız. Hem Türkiye’ye hem bölgeye barış getireceğiz. Türkiye’de de Suriye ve Irak’ta da kapsayıcılığın, refahın, demokrasinin yanında olacağız.
İki noktayı daha vurgulamak isterim. Kürt vatandaşlarımız yakın geçmişte Cumhur İttifakı iktidarında ne yaşadıklarını da biliyorlar bugünkü süreçte kimin samimi kimin samimiyetsiz olduğunu da. Bir senedir yürüyen bir süreç var ve daha tek bir adımı bile samimiyetle atmış değil bugünkü iktidar.
Herkes gibi Kürt vatandaşlarımız da görüyor ki süreç gibi hayati bir adımı bile siyasi istikbali için kullanmaya çalışan, siyasi istikbalini gözeterek süreçte ağırdan alan bir iktidar var. Herkes kimin ne kadar samimi kimin ne kadar ciddi olduğunu görüyor.
İkinci olarak, Türkiye’nin Kürt meselesi gibi başka önemli sorunları da var. Hayat pahalılığı, işsizlik, liyakatsizlik kötü yönetim Kürtler de dahil bütün vatandaşlarımızın sorunu. CHP olarak daha iyi yönetilen, yoksulluğu geride bırakmış, daha demokratik bir Türkiye için çalışıyoruz.
Özetle, CHP olarak Kürt meselesini çözmüş, demokratik ve müreffeh bir Türkiye için bütün enerjimizle çalışmaya devam ediyoruz. Kürt vatandaşlarımız da dahil vatandaşlarımızın çoğunluğunu CHP’nin Türkiye’yi daha iyi yöneteceğine, Türkiye’ye ve bölgeye kalıcı barışı CHP iktidarının getireceğine ikna edeceğimize güvenim tam.
Bir senedir örgüt mensuplarının eve dönüşünün nasıl sağlanabileceği konuşuluyor, konuşulsun tabii. Fakat bizim seçilmiş belediye başkanlarımız Kürt vatandaşlarımızın oylarını alıp, belediye meclislerinde Kürt vatandaşlarımızın temsiline olanak sağladıkları suçlamasıyla görevden alınıp hapsedildi.
Üstelik gazeteciler, öğrenciler, sanatçılar ağzını açan, sesini çıkaran hapsediliyor. Bütün bunların gösterdiği açık: İktidarın, bu ülkeyi yöneten kişinin demokrasi diye bir derdi yok. Onların derdi seçimlere kadar zaman kazanmak. Seçimlere doğru bir iki adım atarak Kürt vatandaşlarımızın kafasını karıştırmak ve seçimleri kazanmaya çalışmak.
Çünkü gerçek bir demokraside millet iradesine yenileceklerinin farkındalar. Onun için kimse iktidardan tutarlılık veya demokrasi beklemesin. Her ne yapıyorlarsa iktidarda kalma süresini uzatmak için yapıyorlar. İçlerinde kavga milletin nazarından kaçsın diye yapıyorlar. Bu böyle gitmez. Türkiye siyasi hırsları tarafından yönetilen, millet iradesini hiçe sayan bir iktidara mahkum kalamaz. Demokrasi için, gerçek, tutarlı bir çözüm süreci için iktidarı değiştirmekten başka çaremiz yok.
Unutmayalım: Çatışmanın durması zordur, fakat silahların patlamaya başlaması bir saniyedir. Buna asla izin vermemeliyiz. Önümüzde tarihi bir fırsat var.
Bu fırsatı, milletin kaderini bir kişinin siyasi geleceğine endekslemek zorunda değiliz, fakat iktidar milletin taleplerine ve devletin ihtiyaçlarına uymak zorunda. Herkesin gücünün farkına varması, milletine ve devletine özgüvenle sahip çıkması gerekiyor. Her şeyi kendi siyasi geleceğine göre değerlendiren kişiye ise biraz samimiyet gerekiyor.
Özellikle kayyum atanan belediyelere görevlerinin iade edilmesi ve tutuklu siyasilerin serbest bırakılması iktidarın samimiyet testidir. Bu sınavdan geçebilecekler mi hep birlikte göreceğiz.
Kadınlar hayatı büyük bir yükle yaşıyor. Bizim yaptığımız, onlara biraz olsun omuz vermek oldu. Ama bu bile çok büyük bir fark yarattı. Kadınların hareket alanını genişletmek, onlara kamusal alan deneyimi sunmak devletin yükümlülüğüdür.
Yeni doğum yapmış bir annenin evden çıkabilmesinden çocuğunun kreşine; tencerede ne kaynayacağı kaygısından üniversiteyi kazanan çocuğunun kalacak yer sorununa kadar hayatın tüm zor anlarını düşündük. Bu alanları yerel yönetim politikası haline getirdik. O dar anlarda yanlarında bizi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni görmek kadınlar için de son derece kıymetli oldu.
Tabii ki bu olması gerekendir. Yeni bir şey icat etmedik, kamu hizmeti yükümlülüklerimizin bilince olduğumuz için yaptık. Ne yazık ki kadınların, her şeyden önce yurttaş oldukları ve bizlerden hizmet görmeye hakları olduğu unutulmuştu; ne mutlu ki bunu yeniden hatırlattık.
Böylece kadınlar, yurttaşlık haklarına erişimde önemli bir yol kat ettiler. Daha da önemlisi, bizim hayatın bütün alanlarını yönetme kapasitesine sahip olduğumuzu da gördüler. Elbette bunlar yeterli değil; ancak Türkiye’nin en büyük kentinden yapılan etkili bir başlangıçtır. Kadınların güvenli ve adil bir hayat deneyimine sahip olması, onları güçlendiren temel bir meseledir.
Türkiye’de kadınların hayatını bütüncül biçimde anlayan sosyal politikaların, istihdam politikalarının, eğitim ve kültür politikalarının tasarlanması gerekiyor. Kadınları “seçmen kitlesi” olarak görüp, adeta seçim promosyonu gibi geçici çözümler üretmek yerine, kapsayıcı politikalara dayalı bir yol haritamız var.
Bu yaklaşımın en önemli çerçevesi, kadınların ailenin bakım emeğini, geçimini ve ülkenin nüfus artışını destekledikleri ölçüde yurttaş olarak görülmemesidir.
Devletin sosyal hizmet yükünü sırtlanan, görünmez emekleriyle işlemeyen sistemlerin üzerini örten kadınlara, hayatlarını nasıl yaşayacaklarına kendilerinin karar verebilecekleri bir alan açacağız. Ailenin işleyişini, kadınların çıkarlarını, çocukların iyilik hâlini, engelli ve yaşlıların özel ihtiyaçlarını aynı anda gözetebilen; güçlü ve iyi işleyen bir sosyal devlet mekanizması öneriyoruz. Bu, ülkenin en acil ihtiyaçlarından biridir ve bunu başarmak bir bütçe meselesinden çok, bir niyet meselesidir.
Cezaevi, insanın kendisiyle baş başa kaldığı, zamanın başka türlü aktığı bir yer. Burada geçirilen zaman insana neyi gerçekten taşıdığını, neyin yük, neyin güç olduğunu daha berrak görmesini sağlıyor. Ben bu süreci vicdanımla, inancımla ve bu millete duyduğum sorumluluk duygumla yeniden temas ettiğim bir iç yolculuk olarak yaşıyorum.
Dayanma gücümü, haksızlık karşısında susmamanın verdiği iç huzurdan alıyorum. Zulmün geçici, hakikatin kalıcı olduğuna dair derin bir inanç bu. Tarih boyunca zalimlerin hükmünün kısa, adalet arayışının ise uzun soluklu olduğunu biliyorum. Bu bilinç, omzumdaki yükü de milletime duyduğum hasreti de bir nebze hafifletiyor.
Pasif bir bekleyiş içinde değilim; zamanın bir gün mutlaka hakikate tanıklık edeceğine duyduğum inancın sabrıyla ve azmiyle çalışarak geçiriyorum günlerimi. Gücümün, azmimin, motivasyonumun diğer bir kaynağı ise; dışarıda adalet duygusunu kaybetmeyen milyonlarca insanın varlığını bilmek. Gençlerin, kadınların, emekçilerin, ülkenin dört bir yanından aylardır meydanları dolduran milyonların umutla ayağa kalkma iradesini görmek, onların güçlü desteğini hissetmek büyük bir güç veriyor.
Bakın hiç birbirimizi tanımıyoruz. Yolumuz kesişmemiş. Belki yaşadıkları şehre uğramamışım, ilçeyi görmemişim. Ama onlar beni görmüş, duymuş, hakikate şahitlik etmek için meydanlara koşmuşlar. Bu beni çok etkiliyor.
İnsanı gerçekten özgür kılan şey, bulunduğu yer değil; kalbini ve vicdanını koruyabilmesidir. O yüzden daha önce de söyledim. 12 metrekarelik bir alanda sarayda yaşayanlardan daha özgürüm. Her şeyin geçici olduğu bu dünyada baki kalan tek şey, insanın içindeki adalet duygusu ve hakikate olan bağlılığıdır. Ben de bu bağlılıkla ayakta duruyor, sabrımı ve direncimi buradan besliyorum.
Bunun adı, kara düzenin, kötü aklın, milletini ve devletini değil sadece kendisini düşünen mantığın tarihe geçecek “ajan kumpası”dır.
24 Ekim sabahı, CHP’ye yönelik “mutlak butlan” davasının nihai kararının beklendiği gün, gün doğmadan Hüseyin Gün isimli, “ajan olduğu iddia edilen” şahsın çelişkilerle dolu ifadeleri üzerinden operasyon duyuruldu. O gün hukukun değil, karanlık bir aklın senaryolarının sahnelendiği bir güne uyandık.
Tamamen alakasız bir dosyada, mantığa sığmayan şekilde “casusluk” suçlamasıyla ifadeye çağrıldık. Yetmedi, sorgu öncesi yaklaşık 6 saat Çağlayan Adliyesi’nin eksi yedinci katında bekletildik. Neymiş, ben casusmuşum… Benden mi casus çıkaracaksınız?
Hayatım hizmetle, bu şehrin sokaklarında, milletin içinde geçti. Böyle zamanlarda neyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlıyoruz: Asıl tutuklamak istedikleri dosyada tahliye ihtimalim doğmasın diye, kontrol altında tutmak için yan bir suç uydurdular.
Dünyanın her yerinde aynıdır, otoriter yönetimler muhaliflerini etkisizleştirmek için genellikle üç suçlama kullanır: Casusluk, yolsuzluk ve terör. Yolsuzluk ve terör yaftaları yetmemiş olacak ki, bu kez casuslukla yedekleme yaptılar. Siyaseten yenemediklerini hukuken tüketebileceklerini sandılar. Ama başaramadılar.
Bu bir hukuk süreci değil; bir rejimin çaresizliğin çığlığı, panikle savrulan bir iktidarın devlet aklını kaybetmesinin belgesi.
Gerçeği susturursan iktidarın ömrü üç gün uzar. Ama adaleti susturursan devlet çöküşe girer. Bugün devletin çöküş refleksiyle karşı karşıyayız. Ve bu devleti çökertmelerine asla izin vermeyeceğiz.”
