Yakın bir gelecekte şöyle bir olay yaşanabilir. Çok ünlü bir yönetmen çok önemli bir festivale yeni bitirdiği filmin DCP’sini yollar. DCP’nin üzerinde ‘DX20’ yazmaktadır. Festival yönetimi ünlü yönetmenin başka festivaller yerine kendilerine başvurması nedeniyle çok mutlu olur.
Filmin adının ne kadar özgün olduğu konuşulur. Film hemen ana yarışmaya alınır. Ünlü yönetmenin filminin festivalde gösterileceği özel haber olarak basına servis edilir. Filmin konusu hakkında bir açıklama yapılmaması insanların merakının daha da artmasına neden olur.
Filmin tüm gösterimlerinin biletleri daha festival başlamadan satılıp biter, hatta karaborsaya düşer. Ve herkesin merakla beklediği an gelir. Filmin ilk gösteriminde salonda tek boş koltuk yoktur. Birçok torpilli izleyici merdivenlerde oturmaktadır. Işıklar söner, film başlar.
Herkes çok şaşırır, perdede hiçbir görüntü yoktur. İzleyiciler büyük bir sessizlik içinde boş projeksiyona bakarlar. 130 dakika sonra ışıklar yanınca filmin bittiği anlaşılır, ünlü yönetmen filmine jenerik bile koymamış ve sinemada bir devrim yaratmıştır. Ertesi gün film eleştirmenleri sinema tarihinde yeni bir sayfa açan, yaşadığımız hayatın ne kadar boş olduğunu gözümüze sokan ve bizi şok eden bu başyapıt hakkında yorumlar yazarlar. Yılın, hatta önümüzdeki 10 yılın sinema olayı ile karşı karşıya olduğumuz kesindir.
‘Yok artık bu kadar da olmaz’
Şimdi siz “Yok artık, bu kadar saçmalık olmaz” diyorsunuzdur mutlaka. Çok haklısınız. Ben de Hong Sangsoo’nun ana yarışmada yer alan ‘Bir Gezginin İhtiyaçları / A Traveler’s Needs’ adlı filmini izlemeseydim böyle bir giriş yazmazdım.
Öncelikle paylaşılması gereken bilgi Koreli yönetmenin yedinci kez Berlin’de yarışıyor olması. Festival dilinde böyle yönetmenlere ‘devre mülkçüler’ deniyor. Filmlerini çekmeye başlamadan festival yöneticileriyle iletişime geçiyor olabilirler.
Neyse, biz filmimize dönelim. Benim adım da Hong Sangsoo olsa, ben de Berlin’e yollayacağım her filmin yarışmaya alınacağını bilsem, aynen onun gibi davranırdım. ‘Bir Gezginin İhtiyaçları’ yedi günde yazılmış, beş günde çekilmiş bir film olmalı.
Öykü çok basit. Aslında ortada bir öykü de yok. Olay Kore’de geçiyor. Bir Fransız kadın Koreli bir kıza İngilizce öğretiyor. Öğretmenimizin hiçbir eğitimi yok. Kitap kullanmıyor, sadece küçük kağıtlara notlar yazıp öğrencisine veriyor. Bu yöntemi iki ay önce kendi bulmuş. Öğrencileri iki ay içinde sevdikleri bir kitabı okuyabilecek kadar İngilizce öğrenebilirlermiş.
Film boyunca iki farklı evde Koreli öğrencilerle Fransız öğretmenimizin oldukça kırık bir İngilizce ile konuşmalarını dinliyoruz, replikler çok anlamsız. Sonra Fransızın evine sığındığı genç Koreli öğrenci ve onun annesinin konuşmalarına tanık oluyoruz. Sonra da film bitiyor. Allahtan tamamı 90 dakika. Ama önemli bir ayrıntı var: Fransız öğretmen Isabelle Huppert. Hong Sangsoo filmin senaryosunu yazmış, yönetmiş, kurgulamış, herhalde DCP’yi de kendisi postaya vermiştir.
‘Deli saçması bir film’ diye yazacağım. Sonra bütün eleştirmenler filme dört yıldız verecek. Jüri de birkaç gün sonra ödül töreninde filmi En İyi Yönetmen ya da En İyi Senaryo ödülüne layık görecek. Olur mu, olur. Sinemanın bu kadar uzun bir süre ayakta kalabilmesinin en önemli nedeni farklı zevklere hitap edebilmesi!
Ve Scorsese Berlin’de Onur Ödülü’nü aldı
Bu yıl Festival’in Onur Ödülü 82 yaşındaki Martin Scorsese’ye verildi. 1962 yılından beri sinemanın içinde olan Scorsese’nin filmleri bu güne kadar 91 kez Oscar’a aday olmuş ve bu ödülü 21 kez kazanmış. Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan ‘Dolunay Katilleri’ de geçen yılın üzerinde en çok konuşulan filmlerinden biriydi. Scorsese eski filmlerin restorasyonu ve dağıtımı konusundaki çabalarıyla da sinemaya önemli katkılarda bulunuyor. Yaşayan en önemli yönetmenlerden birini Berlin’de konuk etmek festival için büyük bir başarı.