‘Aylak Adam’, ‘Anayurt Oteli’, ‘Canistan’… Yusuf Atılgan’ın Türk edebiyata armağanlarından belki de en meşhurları. Ne okusam diye düşünürken bizi ansızın yakalayan, derinlikli karakterleri, kendine özgü anlatım tarzı ve varoluş temalarına getirdiğiniz perspektif ile hiçbir zaman okurunu yalnız bırakmayan biri o. 68 yaşında hayata veda eden Yusuf Atılgan’ın doğum günü bugün. Arkasında ‘Aylak Adam’dan C’nin, ‘Anayurt Oteli’nde Zebercet’in iç sıkıntısını, altı çizili satırları bırakan Atılgan’ı anmak, satırlarında kaybolmak için herhangi bir vesileye ihtiyacımız yok ancak bugün iyi bir başlangıç olabilir.
Hayatını etkileyen hocaları oldu
Takvimler 1921 yılını gösterirken Avniye Hanım ile tahsildar Hamdi Atılgan’ın oğlu olarak Manisa’da dünyaya geldi Atılgan. Doğum adıyla Yusuf Ziya Atılgan… Yusuf’u atıp Ziya Atılgan ve Nevzat Çorum imzalarını da kullandı kariyerinin farklı dönemlerinde. Sıra okul hayatına gelince sırasıyla Manisa, Balıkesir’de aldığı eğitimlerin ardından 1939 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. Hayatının dönüm noktalarından mıdır bilinmez ama Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşid Rahmeti Arat, Ali Nihat Tarlan, Ragıp Hulusi Özdem ve Halide Edib Adıvar gibi isimlerin öğrencisi olması, kuvvetle muhtemel onu Yusuf Atılgan yapan en önemli etkenlerden oldu. Tabii Balıkesir Lisesi’ndeki öğretmenlerinden birinin Behice Boran olduğunu da not düşelim…
Cezaevindeki 10 aydan sonra, istikamet doğduğu köy…
Üniversite yıllarında TKP’nin gençlik oluşumu İleri Gençlik Birliği’ne katılıyor Atılgan. Üniversite öğrenciliği sırasında Komünist Partisi’ne katılarak faaliyette bulunduğu iddiasıyla sıkıyönetim mahkemesince tutuklandı, yaklaşık bir yıl kadar Tophane Cezaevi’nde kaldı. Aynı yıl tahliye olduğunda bu kez istikamet doğduğu Manisa oldu. Köyüne dönecek, burada evlenerek uzun süre çiftçilik yapacaktı. 1949 ise Sabahat Hanım ile 13 yıl sürecek evliliğini yaptığı yıl olur. A. Ömer Türkeş, Atılgan’ın köyüne dönüp bir nevi inzivaya çekildiği o yılları şu sözlerle anlatıyordu:
“Hikâyeler yazdı, yazdıklarını -kardeşinin ısrarıyla- İstanbul’daki dergilere ve yarışmalara -takma adlarla- gönderdi. ‘Bodur Minareden Öte’ adlı öyküsüyle 1957 yılında Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazandı. Ertesi yıl ‘Aylak Adam’ romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nde -Fakir Baykurt’un ‘Yılanların Öcü’ romanının ardından- ikinci oldu. ‘Aylak Adam’ 1959, ‘Bodur Minareden Öte’ 1960 yılında yayımlandı.”
Zamansız bir klasik: ‘Aylık Adam’
‘Aylak Adam’ için değil ayrı bir paragraf, ayrı ayrı yazılar yazmak gerekir elbet. Atılgan’ın kariyerinin ilk romanı, bütün değerlerini yitirmiş, dayanacak bir şey arayan, tedirgin, mirasyedi bir aydın olan C’nin yaşamı anlatır. C’ye göre hayatta tutunacak, peşinden gidecek tek şey vardır: Gerçek sevgi ve bu sevgiyi bulabileceği bir kadın…
“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar da vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi , pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur, ” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”
‘C’yi öldürmek fazla melankolik olacaktı’
‘Aylak Adam’ pek çok nedenle okurları için ayrı bir yere sahip ancak iki noktaya özellikle değinmek gerekiyor. İlki, Atılgan’ın hayatlarımıza armağan ettiği ve herkeste karşılık bulan “sinemadan çıkmış insan” tanımı:
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
İkincisi ise C’nin okurun hayal gücüne bırakılan sonu… Okurlar için C’nin akıbeti belirsizdir, ne yaptığı, neye karar verdiği bilinmez. Atılgan ise Dost Dergisi’nin 20. sayısında (1959) verdiği röportajda, hikayeyi farklı şekillerde bitirmek istediğini ancak en sonunda kararı okurun iradesine bırakmaya karar verdiğini şöyle anlatacaktır:
“Birkaç türlü bitirmek istedim. Önce öldürmek istedim, fakat fazla melodramik geldi. Roman boyunca süren nevrastenisinin sonunda, bir çeşit melankoliye, hatta deliliğe varabileceği hususunu tamamen okuyucunun anlayışına bırakmayı daha uygun buldum.”
Aylak Adam vesilesiyle doğan aşk
‘Aylak Adam’ edebiyat okurları için ne kadar önemliyse yazar için bir o kadar da önemlidir aslında. Çünkü bu roman vesilesiyle bir aşk doğar. Aylak Adam’daki B. karakteriyle kendisini özdeşleştiren genç tiyatro oyuncusu Serpil Gence, genç yaşına ve imkanlarının kısıtlılığına rağmen Atılgan’ın peşinden gider, onu bulur. Atılgan ile mektuplaşmaya başlar. 1973’de Bilgi Yayınları arasında çıkan ikinci romanı ‘Anayurt Oteli’ ise Gence’ye bir çağrıdır aslında. Bu çağrı da karşılıksız kalmaz. Yusuf Atılgan, Serpil Gence’yle 1976’da evlenir. Çiftin biricik oğulları Mehmet Atılgan ise 1979’da dünyaya gözlerini açar.
‘Filmde Zebercet muallakta kalmış’
Bugün Yusuf Atılgan denilince akla elbette ilk olarak Türk edebiyatın en kült eserlerinden ‘Aylak Adam’ ile birlikte ‘Anayurt Oteli’ geliyor. Türk edebiyatın en şahsına münhasır, en popüler kahramanlarından biri oldu Zebercet. Yaratıcısı Atılgan, “Zebercet yarı geçmişte yaşayan, otel yöneten onun sorumluluğunu alan, kendini soylu bir aileyle yarıştıran biriydi” diyerek anlatıyordu kahramanını.
O kadar şahsına münhasır, o kadar özel biriydi ki yolculuğu edebiyatla da sınırlı kalmadı. Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan’ın romanından uyarladığı, 1987 yapımı başyapıtı ‘Anayurt Oteli’, Zebercet’in macerasını daha geniş kitlelere ulaştırdı. Film, Antalya Altın Portakal, Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu, 44. Venedik, Valencia ve Nantes, Üç Kıta Film Şenliği ödüllerini aldı. Doğan Hızlan, Ocak 1989 tarihinde konuk aldığı Atılgan’a filme dair fikirlerini sorduğunda ise şu yanıtı alıyordu:
“Ömer Kavur romanın kronolojik olarak uymuş. Ama Zebercet biraz muallakta kalmış gibi geldi. Film kendi başına hoş bir film fakat tam roman değil.”
Romandan uyarlanan bu film Atılgan’ın tanınırlığını da artırdı. İstanbul’da edebiyat dünyasında editör ve çevirmen olarak farklı görevlerde çalışmaya başladı. Takvimler 1979’u gösterirken “dünyanın en büyük Yusuf Atılgan hayranı” Serpil Gence ile oğulları Mehmet Atılgan dünyaya geldi.
Memoşenko‘nın şefkatli babası
Elbette bir yazarı tanımanın, ruhunun en derinliklerine sızmanın, her satırda olmasa da kıyıda köşedeki bilgi kırıntılarının izini sürmek mümkün ve bir o kadar da keyifli. Ancak söz konusu Atılgan ve hayatının bilinmeyenleri olduğunda daha da şanslıydık. Yazarı satırları dışında oğlu Mehmet Atılgan’dan hiç bilmediğimiz yönleriyle dinleme fırsatına da sahip olduk sık sık. 2017’de Ayşe Özlem İnci’yle yaptıkları söyleşide babasını “Babalık namına benim için bir sürü şey yaptı. Sorunlu bir baba değildi. Şefkatli bir babaydı” diyerek anlatıyordu. Üstelik çocukları hiç sevmeyen biriyken Memoşenko’nun (oğluna böyle sesleniyordu) doğumuyla çocuklarla olan tüm ilişkisi de doğrudan değişmişti.
Atılgan’a dair en sık karşılaşılan yorumlardan biri, bu kadar az eser yazmasına rağmen ürettikleriyle büyük bir yazar olarak anılması ve “keşke daha fazla yazsaydı” isteği… Ancak yazarlığın, hiçbir zaman gündelik hayatının önüne geçmesin izin vermemiş Atılgan. Konsantrasyon dağınıklığından şikayet de etmiş ama yeri geldi mi yazdıklarını sırf başka bir yazara benziyor diye silmesini de bilmiş. ‘Aylak Adam’dan sonra yazdığı ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ romanından bahsediyoruz. Neredeyse 600 sayfa yazdığı omanı, Faulkner’ın ‘Döşeğimde Ölürken’ine benzediği için yırtıp atmış Atılgan. Ancak sonrasında 10 sayfalık bir bölüm bulundu. ‘Siz Rahat Yaşayasınız Diye’ adlı bir kitapta, bu bölümün yanı sıra el yazılarından derlenen notlarını, şiirlerini, dergilerde kalmış kısa öykülerini ve yaptığı çevirilerden örnekler bir araya getirildi.
Yarım kalmış bir roman değil
1989 ise Atılgan için hem sağlık problemleriyle uğraştığı hem de başlangıçta ‘İşkence’ adını koyduğu ‘Canistan’ romanını yazmaya çalıştığı yıl olarak edebiyat tarihine geçer. Ancak yazar ne yazık ki bu romanı henüz tamamlayamadan kalp krizi geçirerek hayata veda eder. Ancak tamamlanmamış bu roman, Yapı Kredi Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu. Arka kapak yazısındaki şu ifade ise dikkat çeker: “Yusuf Atılgan, ‘Duruşma’, Yargıç’, ‘Tanık’ ve ‘Sanık’ bölümlerinden oluşmasını tasarladığı bu romanın son bölümünü yazamadan aramızdan ayrılmıştı. Ancak elinizdeki kitaba ‘yarım kalmış bir roman’ demek de oldukça zor…”
Zaman geçiyor, bazı şeyler değişiyor, bazıları yarım kalıyor, bazıları da -hem iyi ki hem neyse ki- hiç değişmiyor. Türk edebiyatın en önemli isimlerinden Yusuf Atılgan’ın satırları her seferinde farklı bir his uyandırmayı, görülmeyeni hatırlatmaya, hissetmem sandığımızı hissettirmeyi başarıyor. Bizim payımıza da zamansız satırlar arasında kaybolmak kalıyor. İyi ki.