4 Şubat 1932'deki ‘Bayram Geliyor’ yazısında Yusuf Ziya, 'Ramazanı sever miyiz?.. Bunun cevabını Bektaşi babası veriyor: Sevseniz, gider gitmez arkasından bayram etmezsiniz!' diyor. Ramazan da bayram da memlekette karışık bir mevzu yani; bugün olduğu kadar eskiden de. Hadi buyrun A'dan Z'ye bayrama.

A’dan Z’ye bayram yazısını, bayramın üç gününe bölerek yayımlayacağız.
A-I arasını sunuyor, iyi bayramlar diliyoruz…

A / Arife çiçeği

Arife, malum, dini bayramlardan bir önceki gün. Kubbealtı Lugatı, “Aslında hacıların Arafat’a çıktığı kurban bayramından bir önceki, zilhiccenin dokuzu gününe denirdi. Sonradan, ramazan bayramından önceki gün için de kullanılmaya başlanmıştır” diyerek ince bir ayrım da koyuyor. ‘Arife çiçeği’ ise eski zamanda, bayramlıklarını dayanamayıp erkenden giyen çocuklar için söylenen bir kalıp. Ama her zaman böyle tatlı tatlı bir tonu da yok maalesef çünkü ne yazık ki gelir ve sınıf farkı devir tanımıyor. Sermet Muhtar Alus, ‘Eski Şeker Bayramı Arifelerinde’ yazısında (21 Ekim 1941, Akşam) şöyle diyor mesela: “İstanbul’un kenar mahallelerindeki fukara, yoksul çocuklar bayramlığını arife gününden giyen akranlarının etrafına üşüşürler, makamlı makamlı ‘arife çiçeği, leş böceği’ diye alaylarla hınç alırlardı.” Bu tekerlemeyi zaman içinde eğip bükmüşüz herhalde ki artık pek çok kaynakta ‘bayram böceği, arife çiçeği’ versiyonuna rastlıyoruz.

B / Bayram namazı

Bayramın en önemli ritüeli. İlk gün sabah namazının ardından kılınıyor. İslam âlimlerinin ittifakına göre kadınlar tıpkı cuma namazlarında olduğu gibi bayram namazlarından da yükümlü değiller. Ancak Diyanet İşleri, Hz. Muhammed’in kadınları buna teşvik ettiğini hatırlatıyor ve şartların elverişli olması halinde kadınların bayram ve cuma namazlarına katılabileceğini söylüyor. Senede iki kere kılınmasına rağmen Diyanet’e sorulan sorular arasında epey bir yeri var bu namazın. Ama eskiden de böyleymiş belli ki Sâdık Vicdânî ta 1910’larda ‘Bayram Namazları’ isimli 16 sayfalık bir risale yazarak konu hakkındaki kafa karışıklığını ortadan kaldırmaya çalışmış. Sadece namaz değil tabii, sonrası da önemli bir gelenek oluşturmuş. Namaz çıkışı cami avlusunda sıraya geçilen, uzun bir kuyruk halinde ve tanıdık-tanımadık demeden herkesle bayramlaşılan bu âdet de azalsa da özellikle küçük yerlerde sürüyor.

16’ıncı yüzyıl kayıtlarına göre saray için hazırlanan ramazan baklavasına ceviz, bal ve sadeyağ konulduğu anlaşılıyor.

C / Cevizli baklava

Elbette önümüze fıstıklısı gelse itiraz edecek değiliz ama madem gelenekten bugüne bayramın izini sürüyoruz, o zaman cevap daima cevizli baklava. Kanıtlarımızla ilerleyelim. ‘Tatlıların Sultanı Baklava’ (BAKTAD ve İTO yayını) kitabında o kadar çok bilgi var ki… Osmanlı saray mutfağında çok çeşitli tatlı yapılmasına rağmen en fazla tercih edilenin baklava olduğunu söylüyor kitap. Sadece sarayda değil evlerde de iftar, bayram ve ziyafet sofralarının vazgeçilmezi tabii. Hatta 3 Eylül 1942 tarihli Vakit gazetesinin ‘Memleket Çocuğu’ isimli köşesinde Zeki Mesut Alsan, bayram namazından evvel baklava yemenin sünnet olduğu bilgisine yer veriyor. Kitaptan ilerleyelim: “Özellikle Ramazan Bayramı öncesinde baklava yapımı bir hafta önceden başlar. Pişirilmesi için özel fırınlara gönderilir. Bu günlerde fırınların önü çok kalabalık olur. Tepsilerin karışmaması için üzerlerine kime ait olduğuna dair işaretler konur, isimler yazılır.” Baklavalı şenlikler aslında ramazanın 15’inci günü Baklava Alayı’yla başlıyor sarayda: “Bu uygulama ilk olarak, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, harplerden zaferle dönen orduya pilav, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlanmıştı. Daha sonra askerleri, gazaya teşvik etmek amacıyla verilen bu ziyafetler diğer padişahlar zamanında da devam etti. Böylece ramazan-ı şerifin on beşinci günü İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine bir tepsi baklava ikramı adet oldu. Son baklava alayı ise 21 Nisan 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından bir buçuk ay önce yapıldı.” Gelelim cevize… 16’ncı yüzyıla ait kayıtlardan saray için hazırlanan ramazan baklavasına ceviz, bal ve sadeyağ konulduğu anlaşılıyor. Kitapta, “Bir İstanbul konağında baklavanın iç harcı daima ceviz olmuştur. Fıstıklı ve kaymaklı baklavalar İstanbul için son zamanların âdetidir. Baklavanın üstü de böyledir, geleneksel İstanbul konağında baklavanın üstü, nar gibi kızarmış sade bir yufkadır. Üstüne dökülmüş fıstık ve ceviz serpmek, bir parça kaymak koymak, o sade güzelliğe muhakkak ki görgüsüzlükten gelen bir tecavüzdür” denilerek durum pek güzel anlatılıyor. Bir trafik kazasıyla aramızdan çok erken ayrılan Prof. Dr. Haluk Dursun’un sözleriyle bitirelim: “İstanbul’da tatlı olarak cevizli baklava meşhurdur. Çünkü İstanbul’da ceviz bol; Cevizli, Cevizlibağ, Kozyatağı, Beykoz’da ceviz vardı.” Belki el açması baklava yapamazsınız ama hazır yufkalarla geleneği sürdürebilirsiniz. Sadece unutmayın; cevizli olacak!

Sermet Muhtar Alus diyor ki, “Şeker bayramı çocukların, kurban bayramı hacıların bayramı.”

Ç / Çocuk

Değişmez bir ikili; ‘bayram çocuğu’ diye tabirimiz bile var. Yine Sermet Muhtar Alus’un yukarıda da andığımız yazısından bir alıntıyla sağlamlaştıralım: “Şeker bayramı çocukların, kurban bayramı hacıların bayramı. Şeker bayramı yaklaşırken herkes haline göre hazırlıklara girişip ele güne karşı küçük düşmemeye çalışır, en önce de çocukların sevindirilmesine bakılırdı. Evin çocuklarına baştan aşağı bayramlıklar, konunun komşununkilere el öpmelik mendiller alındıktan sonra tedarik edilecek şeyler daha var.” Üstelik bu sene şeker bayramının üçüncü günü, çocukların bayramı 23 Nisan’la denkleşiyor. Her ne olursa olsun, çocukla bayramı ayırmamak gerekiyor galiba. Bunu da en güzel Halide Edip, ‘Bana annem atmış paa veedi…’ başlıklı yazısında (18 Kasım 1939, Akşam) anlatmış: “Bilhassa mahallede, memlekette çocuğu çocuğa bağlayan müşterek hatıralar, bayram günleri cemaat denilen hayat birliğinin harcı, soyu temadi ettiren en kuvvetli noktası. Bunları hor görenler, bunlara yukardan bakanlar her zaman yanlış düşünenlerdir. Çocuğu çocuğa bağlayan hatıralar çok kıymetli içtimai unsurlardır. Çünkü çocuk istikbalindir, çocuk muhayyilesi bin değil, bin milyon seneyi aşabilir.”

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın dantel hobisinde işi ilerletip eserler verdiğin biliyor muydunuz?

D / Dantel

Bayram demek, özellikle yaşlıları ziyaret etmek demek. O evlerin vazgeçilmez parçaları da dantel örtüler. Bugün çoğu evde bulunmuyor diye düşünmeyin. Artık kimse tasarımları itibarıyla televizyonun, telefonun üstüne örtemiyor belki ama el emeğinin de modası geçmiyor, sadece dönüşüyor. Yaşı yetenlerin çoğunun hafızasında bayram der demez büyükanne evlerinin dantel örtülü sofralarının, sehpalarının büyük yer tuttuğunu hatırlatıp iki tatlı notla bitirelim: Birincisi, Kastamonu’da Türkiye’nin ilk ve tek Dantel Müzesi’nin olduğu. İkincisi de edebiyatımızın dev isimlerinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kadınlarla dolu bir evde büyürken sevip öğrenmeye başladığı örgü ve dantel merakını ileriki yaşlarında hobiye dönüştürüp bu göz nuru alanında da eserler verdiği…

E / El açması börek

Eskiler “Evvel taam, sonra kelam” demişler. Özellikle bayramlar bu sözün hakkını vermek üzere var gibiler. Yukarıda uzun uzun baklavayı anlattık ama ona gelene kadar börek var sırada. Üstelik çeşit ve tarif konusunda baklavadan fersah fersah ileride bir yemek türü. Böreğin tarihine hiç girmeyelim çünkü filmi çoook gerilere sarmak gerekiyor. Ama 1844 tarihli, basılı ilk yemek kitabımız Melceü’t-Tabbahin’in (Aşçıların Sığınağı) ilgili bölümüne bir göz atabiliriz. Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane hocalarından Mehmed Kâmil, tam 21 çeşit börek tarifi veriyor kitapta. Yufka, puf, su, sakız, süt, tavuk, kol, kapak, sac, soğan, paça, fincan diye uzayıp giden bir liste. Siz her kelimenin sonuna ‘böreği’ diye ekleyiverin. Sonra da kendinize güveniyorsanız mutfağın, ‘hiç uğraşamam’cıysanız en yakın dükkanın yolunu tutup kendinize bayram ziyafeti çekin.

O zarf, işte bu zarf: “Susuzluktan çatlamış topraklara düşen yağmur gibi her felâkete yetişen Kızılay, Türkiye’de düşmüş çocuk bırakmamak için çırpınan Çocuk Esirgeme Kurumu da, evinize bırakılacak zarflardan kuvvet alacaklardır…”

F / Fitre

Fitre ya da fıtır sadakası ya da sadaka-i fıtr… Aslında sosyal dayanışmanın atası. Diyanet, “İnsan olarak yaratılmanın ve ramazan orucunu tutup bayrama ulaşmanın bir şükrü olarak; dinen zengin olup ramazan ayının sonuna yetişen Müslümanın, belirli kimselere vermesi vacip olan bir sadakadır. Hedef, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması, böylece bayram sevincine iştirak etmesine katkıda bulunmaktır” diye özetliyor. Buna göre kişiler, kendilerinin ve küçük çocuklarının fitrelerini vermekle yükümlüler. Genelde bayramın birinci günü olmakla birlikte, öncesinde de verilebiliyor. Konu hakkında geçmiş zamanlara dalınca da içimiz başka türlü acıyor. İşte 21 Ocak 1932 tarihli Vakit gazetesi: “Her sene olduğu gibi bu sene de zekât ve fitreler Tayyare Cemiyeti teşkilatı vasıtasile toplanacak ve hasılat, umumi merkezimiz tarafından Tayyare, Hilâliahmer ve Himayeietfal Cemiyetleri arasında taksim olunacaktır. (…) Zekât ve fitre, Cemiyetimizin çok mühim varidat menbalarından birini teşkil eder. Her vesileyle Cemiyetimize pek yüksek yardımlarda bulunan halkımızın, zekât ve fitrelerini de Cemiyetimize teberru edeceklerini muhakkak biliyoruz.” Ve 28 Ekim 1935 tarihli Kızılay gazetesi: “Fitre olarak vereceğiniz para bütün yıl harcadıklarınızın en yerinde, en değerlisidir. Bu para binlerce zavallının yarasına da merhem olacaktır. Susuzluktan çatlamış topraklara düşen yağmur gibi her felâkete yetişen Kızılay, Türkiye’de düşmüş çocuk bırakmamak için çırpınan Çocuk Esirgeme Kurumu da, evinize bırakılacak zarflardan kuvvet alacaklardır.” Şimdi ‘ah Kızılay, vah THK’ diye iç çekerek fitrenizi nereye vereceğinizi düşünebilirsiniz.

G / Gazete

Kimi “Ay ne sıkıcı şeydi o” diye hatırlıyor, kimi “Vahşi kapitalizmin yok ettiği gelenek” diyerek öfkeyle anıyor. Şimdi pek çok okura masal gibi gelecek ama çok da eski olmayan bir zamanda, bayramlarda herkes Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin İstanbul, Ankara ve İzmir şubelerinin hazırladığı özel Bayram Gazetesi’ni okurdu (evet, eskiden gazete okunuyordu). 49 yıl süren bu gelenekte gazeteler bayramın ilk günü çıkıyor, sonraki günlerde kendi çalışanları resmi tatil izinlerini kullanabilirken, o sırada işsiz olan meslektaşları Bayram Gazetesi’ni çıkarıyor, böylece bir mesleki dayanışma da sergileniyordu. Ancak 1992’de Sabah, Bugün ve Yeni Asır gazeteleri kurban bayramının tamamında yayımlanma kararı aldı. Ertesi yıl Anayasa Mahkemesi, Basın Kanunu’nun ilgili maddesini de iptal edince gelenek resmen rafa kalkmış oldu. Bu motivasyonun arkasında bayramlarda artan ilan gelirlerini kaçırmamak olup olmadığı ise 30 yıldır tartışılan bir konu.

 

H / Harçlık

1930’ların gazetelerinin, özellikle de bayrama denk düşenlerin bir köşesinde mutlaka şu ilan var: “Bayram geliyor / Çocuklarınıza iyi bir istikbal yapmak için güzel bir vesile… / Bir İş Kumbarası hediye ediniz.” En üstte de ‘İş Bankası Kumbaraları’ yazıyor. Ziraat Bankası da ailelerin en büyük vazifesinin ‘çocuklarını tutumlu ve muktesit yetiştirmek’ olduğunun altını çizip kendi kumbaralarını öneriyor. Düşünün, çocuklar o dönemde ‘iyi bir istikbal’e kapı aralayacak kadar bol bayram harçlığı topluyormuş belli ki. O kumbaraların rengi, tipi, hatta neredeyse ağırlığı, bu ilanlardan 40 sene sonra doğmuş olmama rağmen benim bile aklımda; bayram harçlığı işte böyle hassas bir konu.

I / Iyd

Bayram kelimesinin Arapçası. İslam Ansiklopedisi, bu kelimenin sözlüklerde “âdet halini alan sevinç ve keder; bir araya toplanma günü” anlamlarıyla karşılandığını söyleyip ekliyor: “Bu kelimenin aslının ise ʿıvd olduğu ve ‘tekrar dönmek’ anlamını taşıdığı bilinmekte ve bu durum İbnü’l-A‘râbî ve Zebîdî gibi lugatçılar tarafından, ‘çünkü o her yıl yeni bir sevinçle döner’ şeklinde yorumlanarak mevsimlerin dönmesine bağlanmaktadır.” Kendisine bulmacalarda ‘id’ olarak da rastlıyoruz ama aslında Arapçadaki ‘ayın’ harfiyle başladığı için ‘ıyd’ olarak telaffuzu daha doğru. Daha derin bilgi arayanlar yukarıda andığım kaynakta fazlasını bulabilir.

Yarın: A’dan Z’ye bayram, bölüm II.