Nobelli yazar Annie Ernaux’nun Türkçeye çevrilen eserlerine bir yenisi eklendi. Okurlarının aşina olduğu üzere yazar yine bir hafıza yolculuğuna çıkıyor. Fransa’da ‘Genç Adam’ ismiyle 2022’de yayınlanan anlatı martta Can Yayınları etiketiyle raflarda olacak.
Ernaux her zaman olduğu gibi yazmanın yaşamındaki önemini vurgulayarak karşılıyor okurunu: “Yaşadıklarımı yazmazsam yaşananlar tamamlanmamış olur, yaşandığıyla kalır.”
45 sayfalık bu kısa anlatı Ernaux’nun 90’lı yıllarda kendinden 30 yaş küçük bir erkekle yaşadığı aşkı anlatıyor. A. ismiyle anılan bu erkekle ilişkisini tüm dürüstlüğüyle ayrılık ya da benzer dramatizasyonlara girmeden, sadece kendisi için yazıyormuş hissini her zamanki gibi okura geçirerek anlatıyor.
Ernaux her zamanki gibi hafızanın labirentlerinde
Romanlarında evlilik, toplumsal sınıf mücadelesi, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, yaşlılık temalarını işleyen Ernaux 2022 yılında ülkesinin Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen ilk kadın yazarı olarak da tarihe geçmişti. Annie Ernaux, Normandiya’da küçük bir kasabada büyümesi, 1960’larda geçirdiği yasadışı kürtaj, eşitsizlikler, ev hayatı, cinsellik, ilişkiler, kadın olma halleri başta olmak üzere kendi deneyimleri üstünden toplumdaki birçok önemli meseleye dikkat çeken eserleriyle biliniyor. Zaten Nobel Edebiyat Ödül’ünü de böyle kazanmıştı. Nobel komitesi ödülü Ernaux’a “Kişisel hafızanın kökleri, yabancılaşmalarını ve kolektif kısıtlamalarını ortaya çıkarmadaki cesareti ve klinik duyarlılığı” nedeniyle verdiğini açıklamıştı.
10Haber Annie Ernaux’nun dumanı üzerinde tüten ‘Genç Adam’ romanından tadımlık sunuyor:
Beş yıl önce, bir yıldır bana yazan ve benimle tanışmak isteyen bir üniversite öğrencisiyle beceriksizce bir gece geçirdim.
Kendimi yazmaya zorlamak için seviştiğim çok oldu. O yorgunluğun, ardından gelen o kimsesizlik duygusunun içinde, hayattan daha fazla bir şey beklememek için nedenler bulmak istiyordum. Beklentilerin en şiddetlisinin, yani cinsel hazza ulaşma beklentisinin sona ermesinin kitap yazmaktan daha büyük bir haz olmadığını idrak etmemi sağlayacağını umuyordum.
Çekingenliğinden neredeyse tek kelime bile etmediği restorandaki akşam yemeğinden sonra A.’yı bir şeyler içmek için eve götürmeye beni iten de belki bu kitabı (ki boyutu nedeniyle bu işe girişmekte tereddütlüydüm) yazmaya başlamamı tetiklemesi arzusuydu. Benden neredeyse otuz yaş gençti.
Hafta sonları görüşmeye devam ettik, bu arada gitgide daha çok özlüyorduk birbirimizi. Birlikte yaşadığı kızda şüphe uyandırmamak için beni her gün telefon kulübesinden arıyordu. Kız ve o, çok erken birlikte yaşamaya başlamanın alışkanlıklarına ve sınav derdine kapılmış, sevişmenin bir arzunun hızlı ya da yavaş tatmininden başka bir şey, bir tür kesintisiz yaratım olabileceğini asla tahayyül etmemişlerdi. Bu yenilik karşısında sergilediği ateşli tutku beni ona giderek daha çok bağlıyordu. Yavaş yavaş bu macera, ne anlama geldiğini tam bilmesek de sonuna kadar götürmek istediğimiz bir hikâyeye dönüştü.
Beni hoşnut eden ve içimi rahatlatan bir gelişmeyle sevgilisinden ayrılınca ve kız evi terk edince, cuma akşamından pazartesi sabahına kadar onun evinde kalmayı alışkanlık haline getirdim. Altmışlı yıllarda üniversite öğrencisiyken yaşadığım ve yıllardır sadece annemle babamın Y.’deki mezarını ziyarete giderken uğradığım Rouen’da oturuyordu. Eve gelir gelmez, yanımda getirdiğim yiyecek içecek paketlerini açmadan mutfağa bırakıyordum ve sevişiyorduk. Müzik setine önceden konmuş bir CD biz odaya girer girmez çalmaya başlıyordu, genellikle The Doors. Bir andan sonra müziği duymaz oluyordum.
She Lives in the Love Street’in güçlü akorları ve Jim Morrison’un sesi tekrar beni yakalıyordu. Yere serili şiltenin üzerinden kalkmadan uzanmaya devam ediyorduk. O saatte trafik yoğundu. Otomobil farlarının ışığı perdesiz yüksek pencerelerden odanın duvarlarına yansıyordu. Bu yataktan, on sekiz yaşımdan beri aynı yataktan hiç kalkmamışım gibi geliyordu; farklı yerlerde, birbirinden ayırt edilemeyen farklı erkeklerle, ama aynı yatakta.