Söz konusu babalar olduğunda işlerin hep daha farklı yürüdüğünü öğrettiler bize. Bize öğretenlere de birileri öğretmiştir tabii. Baba otoriterdir, sevgisini göstermez, ondan bir şeyler gizlenir ya da ikna edilmeye çalışılır. Ama en çok da öfkelenir. Bambaşka olsun istenir. Babalar ise çocuklarına çok fırsat vermez. İyiliğini ister ama bu uğurda her zaman doğru şeyler yapmaz. En fenası da yaptıklarını sanırlar. İstisnaları var elbet -ve ne de şanslılar- Bir ilişkiyi yürütmeyi, iletişimi bilen kahraman olmayı bilenler… Türkçe edebiyat, birçok yönden benzeşen babalar armağan eden eserlerle dolu elbet. Biz de anneler gününde sorduğumuz soruları tekrar düşündük. Babalardan ne bekliyoruz, babalığımızdan ne bekliyoruz; edebiyat ve roman karakterleri bize yol gösterir ya da ilham verir mi bilinmez, dedik. Bu kez de edebiyat babalarının kulaklarını çınlattık.
Evdeki hayalet ya da karabasanlar
Televizyon dizisine uyarlanmasıyla daha yakından tanıdığımız Reşat Nuri Güntekin’in Ali Rıza Bey’i mesela… ‘Yaprak Dökümü’nün babası, ne pahasına olursa olsun korumak istediği o kutsal ailenin paramparça olmasının en temel nedenidir aslında. Katıdır, yargılayıcıdır, pasiftir. Yeniliklere kapalıdır. Doğruyu o kadar kutsallaştırmıştır ki değişimi anlamaz, anlamak istemez. Hani gölgesi yeten çınarlar klişesi vardır ya. Ali Rıza Bey, o çınarın gölgesinin ne kadar karanlık olduğunun en bilindik örneklerinden biridir. O katı sınırlarıyla, çevresindeki herkesi “çizgiden çıkaran” odur aslında. En sonunda da bahtına bu düşer, ailenin dağılışını çaresizce izler. Ali Rıza Bey, o kadar doğruya odaklanmıştır ki çocuklarını dinlemez bile.
Hem zaten baba ile çocuklar arasındaki ilişki genelde kopuk değil midir? Bu bir genelleme ya da kabullenme midir, bilinmez. Ama babaların mesafeleri çok tanıdıktır. Kimi zaman fiziksel bir mesafe, kimi zaman aynı evin içindeki mesafe… Hangisi düşerse bahtınıza. Melisa Kesmez’in ‘Bazen Bahar’daki, ‘Beyaz Kelebekler’ öyküsünde kahramanın payına aynı evdeki mesafeler düşmüştü mesela. Babasını “Görünmez adamdı benim babam, operadaki hayaletti” diyerek anlatır.
Orhan Pamuk’un değişen babalık kavramı…
Nobel ödüllü Orhan Pamuk da ilişkileri kopuk baba-oğul ilişkisini ele alır romanlarında. İlk romanı ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ndan, Cevdet Bey ile oğlu Refik de buna bir örnektir. Pamuk’un romanlarında baba-oğul ilişkisi, bir noktadan sonra farklı bir aşamaya geçer. ‘Masumiyet Müzesi’ gergin ve sorunlu bir ilişki olmaktan uzaktır. Bu kez birbirini anlayan bir baba ve oğluyla tanışırız. Baba Mümtaz Basmacı ile oğlu Kemal’in ilişkisi, yazarın alışkın olduğumuz çatışma aksından uzaktadır.
Her şey senin suçun baba!
İnsan hayatta başarısızlıkları, pişmanlıkları ya da üzüntüleri için birini suçlamak istiyor. O sorumluluğu almaktan kaçmak, suçu biriyle paylaşmak ya da gerçekten gerçek sorumluyu bulmak istiyor. Ya da havalı bir ifadeyle, evlatlar, babalarının hatalarının günahını taşımak, bedelini ödemek istemiyor. Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adamın’daki C.’nin hayatındaki tüm olumsuzların, kaybolmaların, o karanlık nedeni babasıdır. Babası belki ona her şeyi vermiştir ama C., babasının verdiği her şeyi reddetmektedir. “Babam adamsa ben olmayacağım derdim kendi kendime” diyecek kadar nefret eder babasından ama tüm bunlardan kaçmak da mümkün olmaz. Babasından kaçmak istese de başaramaz. Bazen bilincinde, bazen aldığı kararlarda babasını görür C.
Senin istediğin gibi olmak zorunda mıyım baba?
Ve o da yalnız değildir, Tarık Tufan’ın ‘Aşıklara Yer Yok’unun baş kahramanı Orhan, tam anlamıyla hayatı tepetaklak olmuş, sorunlu bir ruh hali içinde olan bir karakterdir. Orhan hem aşk hem de baba-oğul bağlamında travmalardan epeyce nasibini almış biri: “Kim bilir belki de cehennem insanın kendini bağışlayamamasıdır” diyerek kendini anlatıyor. Evet, kitap boyunca sorunlu aşkının peşinden gider ama başka temel sorunları da vardır. Baba Necdet Bey, oğularının dediklerini yapmalarını, bir işe yarayan bireyler olmalarını ve en çok daha kendisine itaat etmelerini ister. Necdet Bey, kendini şanslı mı sayar bilinmez ama çocuklarından biri (Orhan’ın ağabeyi) belirlediği çizgide giderken, Orhan bambaşka yollar çizer kendine. Bu nedenle kendini daima yetersiz hisseder. Her travmasında babasının izleri vardır. Öfkelidir ama en çok daha kırgındır.
Kemal Varol’un son romanı ‘Âşıklar Bayramı’ ise 15 yaşından beridir babasını görmeyen kahramanımız, yirmi beş yıl sonra kapısının çalmasıyla birlikte, hayatının yeni bir evresine geçmiş olur. Varol, devam kitabı ‘Babamın Bağlaması’nda ise oğul Yusuf’u merkeze alıyor. Bu kez romanın merkezinde Yusuf yer alıyor. Yusuf’un arabasının bagajında babasının eski bavulu, ön koltuğunda üç telli bağlaması ve port bagajında tabutuyla bu kez toprağına, evine, kendine doğru yol almasını ele alan yazar; babalar, oğullar, birlikte gidilen ve gidilemeyen yollara çıkarıyor okurunu.
Emek veren babalar
Tüm bunların yanı sıra babam benim ilk kahramanım diyenler de var tabii… Öyle olmak zorunda mı tartışılır elbette ama şefkatli ve anlayışlı babalarla tanıştıran yazarlar da var. Melisa Kesmez, son öykü kitabı ‘Küçük Yuvarlak Taşlar’ ile aynı yolları, farklı yönlere bakarak yürüyen bir ailenin hikayesine konuk ediyor okurları. Bu kez alışkın ve yaygın olanın dışına çıkıyor, çekirdek aile içinde babayı değil de anneyi ebeveynlik bağı zayıf bir noktaya koyuyor yazar. Anne, baba ve çocuğun gözünden okuduğumuz üç bölüm boyunca birçok şey değişiyor ama Mehmet’in iyi bir baba olduğu gerçeği asla değişmiyor. Mehmet, bir klişeden ve yaygın bir yaradan uzaklaşarak, kızı Elif’le az daha kopmak üzere olan bağı nasıl inşa ettiğini, pişmanlıklarını, üzüntülerini anlatıyor öyküsünde.
Bağ inşa etmek demişken… Çocuklarıyla ilişkilerini çıktığı doğa yürüyüşleriyle kuran, ebeveyn çocuk ilişkisinde zaman ve emek vermenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatan birini de anmadan geçmeyelim. Timur Cüceloğlu, geçen yıl hayatını kaybeden babası, psikolog-yazar Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu ile baba-oğul ilişkilerini yeniden inşa ettikleri doğa yürüyüşlerindeki ve kamplarındaki anılarını kaleme aldı. ‘Bir Savaşçı’dan Dersler-Babamla Doğa Yürüyüşleri’, okurları ebeveyn-çocuk ilişkisine dair düşündürecek bir kitap. Kitapta baba-oğulun ilişkilerini yeniden inşa ettiği doğa yürüyüşleri ve kamp anıları var.
Edebiyatın babaları, bugün kulaklarını çınlattığımız kadar az değiller. Murakami’nin kendini ilk kez bu kadar derinden açtığı ‘Bir Kediyi Terk Etmek: Babam Hakkında’, Kafka’nın babası Hermann’a yazdığı ‘Babaya Mektuplar’, Ayfer Tunç’ın ‘Osman’ ve ‘Aziz Bey Hadisesi’, Annie Earnaux’un bir adamın hem toplumun hem de kızının gözündeki konumunu irdeleyen ‘Babamın Yeri’ ve dahası da var.
Bugün babalar günü. Kimimiz için heyecanla beklenen, kimimizin ise farklı nedenlerle içini acıtan bir gün. Yine de öfkemizi, keşkelerimizi, güvenimizi ve iyi ki’lerimizi alıp babalar gününü edebiyatın babalarıyla geçirmek hepimize iyi gelebilir. Babalar ve babişkolar, gününüz kutlu olsun.