Brás de Oliva Domingos… O, annesinin deyimiyle bir ‘mucize çocuk’tur. Doğduğunda kendisinden ümit kesilmiş ama çok geçmeden yaşadığı anlaşılmıştır. Babası ünlü bir Brezilyalı yazardır. Zamanla onun da hayatında yazı eylemine yer açılmış ama bambaşka bir diyarın sözcüsü olmuştur adeta; bir gazetede ölüm ilanlarını kaleme alıyordur. Bu dünyadan göçenlerin öyküleri onun yazdıklarıyla insanlara ulaşıyordur. Brás’ın amacı da başarılı bir yazar olmaktır ama bunu başarabilecek midir, işte orası muammadır…
Babasının ödül alacağı gece törenin yapılacağı belediye binasına doğru yollanır. Erken gelmiştir. Binanın muhteşem mimarisine göz atar, vakit geçirmek için yakındaki salaş bir bara gider. Burada birasını yudumlamaya çalışırken kader onu tuhaf bir denklemin içine çeker. Mekânın sahibinin serseri yeğeni elinde silahıyla içeri dalar ve…
Sonrasında Brás’ı başka hayat kurgusunun içinde, benzer çizgilerde buluruz. Babası, çalışma ortamı, en yakın dostu Jorge vs. yine bu denklemin içindedir. Lakin burada da onu garip bir son bekliyordur. Derken bir başka kurgu, bir başkası daha, yine bambaşkası vs…
Gündelik hayatların arasına sıkışmış büyük cümleler!
Bir hayat kaç kez yaşanır? Bir hayat kaç kez biter? Brezilyalı usta yazar-çizer ikilisi (daha doğrusu ikizler) Fábio Moon ve Gabriel Bá’nın ortak çalışmaları ‘Güngezgini /Daytripper’, ana karakteri Brás de Oliva Domingos üzerinden birden çok hayatın ve yaşanmışlığın peşine düşüyor ve kitap okurunu, temel olarak ölüm denen eninde sonunda kapımızı çalacak olan gerçeğin tortuları arasında dolaştırıyor.
Brás’ın yazı-çizi âlemi için hevesli biri olmasına ve kaleme alacaklarıyla ‘ölümsüzlük’ katına çıkma gayreti içinde girmesine rağmen profesyonel işinin gazete sayfalarına ‘ölüm ilanı’ yazma gibi bir meşgaleden öteye gitmemesi elbette büyük bir ironi.
Metin bu ironik durumun etrafında bir yapı kurmaya çalışırken söz konusu grafik romanın sayfalarında aslında hayata ve yaşadıklarımıza ilişkin karakterin gündelik konuşmalarına sızmış, büyük anlamlar içeren çok sayıda cümleye rastlıyoruz. Fábio Moon-Gabriel Bá ikilisinin bence en büyük maharetleri bu büyük ifadeleri yaşamın sıradanlığı içinde okuruna sunması olmuş (Bu arada kitabı Gabriel Bá yazmış, Fábio Moon çizmiş, Dave Stewart da renklendirmesini yapmış).
Benim hikâyem Tarkan’la başlamıştı…
Bu noktada işi biraz kişiselleştireyim; naçizane ilkokul çağlarından ilk basamaklarından beri çizgi roman okuyorum. Okuma zevkini, pratiğini bu kendine özgü dünya sayesinde kazandım diyebilirim. Rahmetli Sezgin Burak’ın ‘Tarkan’ıyla ilkokulun (birinci sınıf) açılmasına dört hafta kala başlayan bu serüvende hayatım boyunca sayısız limana uğradım. Yaş ve kuşak itibariyle tabii ki ‘geleneksel’ tarafa, yani halk arasında ‘Teksas-Tommiks’ diye tabir edilen ekole daha yakınım. Modern zamanlarda ise bu sulara ‘grafik roman’ denen bir tür daha eklendi.
Bu yeni güzergâhın farkını belki sinemasal terimlerle açıklamak daha doğru olacak; 60’lardan 70’lere, hatta 80’lere uzanan çizgide okurun sevdiği örnekler, kahramanlar, çizgi roman biçimleri ‘popüler sinema’ gibiydi, ‘grafik roman’ ise ‘art-house sinema’yı (‘bağımsız sinema’ da diyebiliriz) andırıyor. İkisinin de bence farklı özellikleri, tatları, güzellikleri var. İnsan geçmişini inkâr edemez, ben de o ilk dostlarımı, ilk göz ağrılarımı ne yok sayabilirim, ne de onlara karşı olan aşklarımdan, bağlılıklarımdan vazgeçebilirim. Ama modern zamanların bu yeni seslerine, yeni soluklarına da kayıtsız kalamam elbet.
Bağış’la Batuhan sağ olsun!
10Haber çatısı altında her hafta kaleme aldığım bu yazılar vesilesiyle okuduğum onca ‘grafik roman’ı şöyle bir karşıma alıp onlar üzerinden fikir jimnastiğine soyunduğumda işte böylesi bir hesaplaşmayı yeniden yaşadığımı belirtmem lazım. Bu haftanın durağı ‘Güngezgini’nden ise çizgi (grafik) roman sevdamı bilen iki ismin ortak tavsiyesiyle haberdar oldum.
Sağ olsunlar ‘Kısa Dalga Haber Portalı’ sınırları dahilinde bir süredir hazırladığımız ‘Rejenerasyon’ adlı podcast programından yârenlerim Bağış (Erten) ve Batuhan’ın (Herdem) ortak hamleleriydi bu kitap. Şöyle ki son program için buluştuğumuzda Batuhan çantasından kitabı çıkarıp “Abi, Bağış abi bunu bana vermişti ama bende bir tane daha var” dedi, Bağış da “Çok merak ediyorum, bakalım nasıl bulacaksın?” diyerek parantezi kapattı.
Farkındayım, ana arterden ayrılıp kimi küçük yollara saptım, hemen merkeze bağlanıyor ve Bağış’a buradan sesleniyorum: “Çok beğendim.” Beğenimi kelimelere dökebilmek için de yukarıdaki ‘popüler sinema’ / ‘bağımsız sinema’ terimlerine sığındım.
‘Güngezgini’ o derece özgün desenlerine, çizgi kadrajlarına eşlik eden metinleri itibariyle sayfalarına kulak kabartmaya değer o denli ‘yerinde ağır’ cümleler sıkıştırmış ki, kitap özellikle bu yanıyla okuyanını çarpıyor, etkiliyor. Ayrıca kurgusu da muhteşem; az biraz son dönemlerin favori sinema konusu ‘paralel evrenler’i ayakları yere basan bir şekilde bir hayat üzerinden anlatıyor demek de mümkün ama ben ‘Güngezgini’ni en çok Bill Murray’li ‘Bugün Aslında Dündü’ye (‘Groundhog Day’) benzettim; daha hüzünlü bir bakış açısına sahip olan türünden tabii ki!
Aşk dediğimiz bir vaha…
Toparlarsam “Adına ‘aşk’ dediğimiz bir vahayı arıyoruz” gibi bir cümle bile ‘Güngezgini’ni özel bir yere koymama yeter diye düşünüyorum. Sonuç itibariyle Çizgi Düşler Yayıncılık’tan çıkan ve Cenk Könül’ün çevirisiyle Türkçeye kazandırılan bu kitabın son zamanlarda okuduğum en derin grafik romanlardan biri olduğu kanısındayım. Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim…