Öyle bir albüm düşünün ki yayınlandığı sene dünya siyaset tarihi tamamen değişsin, tüm dengeler altüst olsun. Grubun bazı hayranları ortaya çıkan şarkılara burun kıvırsın bazıları da baştacı yapsın. Ya siyah ya da beyaz olsun her şey. 12 Ağustos 1991’de yayınlanan bu kara kartonetli çalışma Metallica’nın kendi adı ya da daha çok bilinen adıyla ‘The Black Album’den başkası değil.
Grubun kurucusu ve solisti James Hetfield’in doğum gününden dokuz gün sonra yayınlanan ‘The Black Album’ hem Metallica, hem heavy metal hem de dünya siyaseti için bir kırılma noktası oldu. ‘…And Justice for All’dan üç yıl sonra yayınlanan albümdeki her şarkı neredeyse bir hite dönüşüp grubun günümüzde de en çok dinlenen şarkılarına dönüşürken, yayınlanır yayınlanmaz çıktıkları turnede de tarihi anların yaşanmasına vesile olmuştu. Hanımefendiler, beyefendiler; hazırsanız 1991 yılının sonbahar mevsimine gidiyoruz.
Dünya değişir ve Metallica yeni dünyada yerini alır
Cate Blanchett’in ‘Yüzüklerin Efendisi’ filminin açılışında dediği gibi ‘Dünya değişiyordu’ ve bunu herkes hissediyordu. 1945 sonrası kurulan yeni dünya düzeninin bir blokunda işler pek de iyi gitmiyordu. Doğu Bloku ülkelerinde halk değişim talepleriyle sesini daha gür bir biçimde çıkarmaya başlamıştı.
Queen’in Macaristan ve Wham’ın Çin konserleriyle başlayan hareketlenme Scorpions’ın Moskova konseriyle yeni bir boyut kazanmıştı. Özellikle Sovyetler Birliği’nde bir dönem yasaklı olan rock müzik, her yasak da olduğu gibi büyük bir cazibeye dönüşmüş ve bu dünyanın en büyük ülkesinde milyonlarca genci peşinden sürüklemeye başlamıştı.
Gorbaçov’un başlattığı değişim ve şeffaflık rüzgarı bu devasa ülkede kapitalizmin simgesi McDonald’s’ın yüzlerce metre uzunluğundaki kuyruklarla açılışına vesile olmuştu. Ancak her şey daha yeni başlıyordu. Moskova daha önce dünyanın hiçbir kentinin görmediği büyüklükteki bir konsere ev sahipliği yapacaktı. Hem de sapına kadar Amerikalı bir grupla. Yeni albümü ‘The Black Album’ ile Metallica, Moskova’nın kuzeybatısındaki bir Sovyet hava üssü olan Tuşino’da 28 Eylül 1991 adeta bir çağı kapattı yeni bir çağı başlattı.
Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un 2018 yapımı ‘Yaz’ filmi, 1980’lerin Sovyet gençliğine ışık tutan önemli bir çalışmaydı. Yasaklı olmasına rağmen rock dinleyen, rock söyleyen St. Petersburglu (o zaman için Leningradlı) gençlerin hikâyesini anlatan film, bizi Metallica’nın Moskova konserinde hayrete düşüren kalabalığa neden o kadar da şaşırmamız gerektiğini gözler önüne seriyor.
Aslında bu durum tüm Doğu Avrupa ülkeleri için bugün dahi geçerlidir. “Rock öldü mü?” tartışmalarına biralarından bir yudum alıp alaycı bir tavırla gülen Doğu Avrupalı genç ve de ihtiyar delikanlılar ülkelerine gelen rock topluluklarına başka hiçbir yerde göremeyecekleri ilgi alakayı gösteriyor. ‘The Black Album’ turnesi için 28 Eylül 1991’de gösterilen ilgi ise muhtemelen tarihin en görkemlisiydi.
The Black Album ile kendilerinden geçen Sovyet askerleri
İlk kez bir Amerikalı topluluk hem de rock grubu birkaç ay sonra tarih sayfaları arasında yerini alacak olan Sovyetler Birliği’nin başkentinde arz-ı endam etti. Bu, aslında sadece Metallica ya da ‘The Black Album’ çılgınlığı değildi. Bu, aynı zamanda baskıdan bunalan ve bir şeylerin değişmesini arzulayan gençlerin müzikli bir tepkisiydi. Konserin tamamını izlediğiniz de -ki bunu mutlaka yapmalısınız- performans sırasında sadece sivillerin değil Sovyet askerlerinin de kendilerinden geçtiğini göreceksiniz.
‘The Black Album’ işte tam bu yönüyle bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan simgelerden birine dönüştü. Her 9 Mayıs’ta Nazi Almanyası’na karşı kazanılan zafer şerefine yapılan resmi geçitte katılığı ve görkemiyle hafızalara kazınan askerler Metallica’nın Moskova’daki bu tarihi konserinde adeta kendilerinden geçiyordu. Hem konserin hem de albümün açılış şarkısı olan ‘Enter Sandman’ ile coşan Sovyet gençliği 90 dakika süren bu tarihi olay esnasında kâh kafalarını salladı kâh bir o yana bir bu yana savruldu.
İstanbul da bu değişimden üstüne düşeni aldı
James Hetfield, Lars Ulrich, Kirk Hammett ve Jason Newsted sahneye çıktıklarında gördükleri 1.6 milyon kişiden fazlasını dünya tarihinde sadece Queen grubu Sao Paulo’da görebilmişti. Avrupa turnesinin bir parçası olmaktan çok öte olan bu konser yarattığı dönüşümle tarihteki yerini aldı. Metallica’nın araladığı o demir perde adeta Pandora’nın açılan kutusuna dönüşecekti. Grup ‘The Black Album’ turnesiyle tüm dünyada beklentilerin çok çok üstünde bir bilet geliri elde etmiş, o sıralar grup üyelerinin pek de gülmeyen yüzünde gülücükler açtırmıştı.
1991’de değil ama grubunun dev turnesinin devam ettiği bir dönemde, ondan tam iki yıl sonra benzeri bir kırılmayı İstanbul da yaşayacaktı. Ahmet San’ın organizasyonlarıyla Türkiye’nin popüler kültür tarihinde kırılma noktası olarak kabul edilen 1993 yılında bu kırılmayı arşa çıkaranlardan biri de Metallica’ydı. Şimdi iki dakikalığına biz susalım ve Gülgün Feyman o geceyi anlatsın.
“Birbirinden ilginç manzaralara sahne olan Türkiye’nin ilk heavy metal konseri” İnönü Stadı’nda 25 Haziran 1993’te gerçekleşmişti. O esnada Metallica iki buçuk yıldır ‘The Black Album’ şerefine dünyayı turlarken Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği dağılmış, Yugoslavya ve Çekoslovakya bölünmüş, Almanya ise birleşmişti. Şimdi Türkiye’de de bir popüler kültür devrimi yapmaktaydı.
26 Mayıs 1993’te Guns’n’Roses, 20 Haziran’da da Elton John’u ağırlayan İstanbul, tarihinde o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş anlara tanıklık ediyordu. Bir zamanlar yeni çıkan albümlerin dahi haftalar sonra geldiği Türkiye’ye devrin tartışmasız en büyük isimleri peş peşe gelip konser veriyordu. Metallica da bunlardan biriydi.
25 Haziran 1993’te İnönü Stadı’ndaki büyük buluşmanın açılışını James Hetfield ‘Creeping Death’ şarkısıyla yapmıştı. Ardından hem ‘The Black Album’ hem de daha önce hit olmuş parçaları seslendiren grubu dinleyen gençler kendilerinden geçiyordu. Ayılıp bayılanlar, stadın yanında kurulan çadır hastanesine kaldırılıp tedavi altına alınanlar, bir ülkenin pek de alışkın olmadığı görüntüleri ortaya çıkarıyordu. Star TV’deki habere göre ‘kimileri bakımlı, kimileri serseri kılıklı” bu gençlerin büyük bölümü bugün artık orta yaşlarında. Bazısı akademisyen bazısı müdür bazısı da esnaf ya da çalışan. Ancak tıpkı Moskova’daki gençler gibi bunlar da tarihi bir albüm vesilesiyle gerçekleşen tarihi konserlerin tanığı oldu.
Metallica, hiçbir zaman Pink Floyd gibi politik söylemleriyle öne çıkan bir topluluk olmadı. Evet, onlar da isyan ediyordu. Ama isyanları daha çok hayata veya taliheydi. Pink Floyd’un ‘The Wall’ gibi alabildiğine politik albümlerinin yarattığı yankı yarım yüzyıldır devam ederken çok da öylesi bir iddiası bulunmayan ‘The Black Album’ de siyaseten dünyanın dönüşümüne takınlık etti hatta bir nebze de yön verdi. ‘Enter Sandman’, ‘Sad But True’, ‘The Unforgiven’, ‘Nothing Else Matters’ ve ‘Wherever May I Roam’ gibi unutulmaz şarkıların yer aldığı albüm geride kalan 32 yıla baktığımızda hem grubun hem de bir bütün popüler kültür tarihinin mihenk taşlarından biri oldu.
İstanbul’a en son 2014 yılında gelen Metallica şu sıralar 11. stüdyo albümü ’72 Seasons’ kapsamında Avrupa kentlerini dolaşıyor. Ne yazık ki İstanbul çok sevdiği grubun turne programında bu kez yok. Yanı başımıza gelebilen Metallica ve daha nice topluluk bir yanıyla bizlere artık bir o kadar da uzak. “Sad but true”. Ne diyelim? Umarız daha çok mevsim heba olmadan bu ülkenin yeni kuşak gençleri de tıpkı babaları gibi tarihi konserlere, büyük buluşmalara tanıklık edebilir.