20. yüzyıl Türk sanatının önemli isimlerinden Cihat Burak'ı kimi mimarlığı kimi ressamlığıyla öne çıkarır. Ancak çok yönlü bir sanatçı olan Burak öykü de yazdı. Everest Yayınları Burak'ın 'Cardonlar' ve 'Yakutiler' kitaplarını yeniden yayınladı.

20. yüzyıl Türk sanatının önemli isimlerinden Cihat Burak denilince akla ilk olarak kişisel gözlemlerinin öne çıktığı, imgelerle dolu resimleri gelir. Ancak Burak, çok yönlü bir sanatçı. 1994 yılında hayatını kaybeden Cihat Burak’ın sanat alanında verdiği ürünler sadece resimleriyle sınırlı değildi. Mimar ve seramikçi olmanın yanı sıra öykü de yazdı. Resmi çok sevdiği, mimarlığı ise geçinmek için yaptığını söyleyen Cihat Burak, edebiyatla olan bağını ise şu sözlerle anlatmıştı:“Mimarlığı da çok sevdim; şimdi artık mimarlığı karım, resmi sevgilim, edebiyatı da metresim gibi görüyorum.”

Ara Güler’in gözünden Cihat Burak… 

Burak’ın 1940-76 yılları arasında yayımladığı öyküleri bir araya getiren ilk kitabı ‘Cardonlar’ yayınlandığında takvimler 1981’i gösteriyordu. Hayattayken yayınladığı ikinci ve son öykü kitabı, 1992 tarihli ‘Yakutiler’ ise 1960-1992 yılları arasındaki öykülerini bir araya getirmişti. ‘Yakutiler’, Yunus Nadi Yayınlanmamış Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Cihat Burak’ın resimlerindeki imgeli dünyaları satırlarına taşıdığı bu iki öykü kitabı yıllar sonra yeni baskılarıyla Everest Yayınları tarafından tarafından yayınlanarak okurlarla buluştu.

18 öyküden oluşan ‘Cardonlar’ ve 17 öykünün bir araya geldiği ‘Yakutiler’in yeni basımlarında bazı temel yazım ve dizgi-bilgi hatalarının düzeltilmesi dışında yazarın dil, üslup ve biçim tercihleri olduğu gibi korunmuş. Devrim Çakır’ın editörlüğünü üstlendiği kitaplardan ‘Yakutiler’in kapağında Cihat Burak’ın  ‘Tüketim Toplumu’ eseri yer alıyor. Kapak tasarımları ise Hamdi Akçay imzalı.

10Haber, öykülerinde  imgelerden, resimden ve mimariden beslenen Cihat Burak’ın ilk öykü kitabı ‘Cardonlar’dan bir tadımlık sunuyor:

Acımak

Bizim arkadaş kuş yetiştirme merakına tutuldu. Odasının birisini kuşhane yapmış. Zâten en sevimli taraflarından biri de kuş merakı bu şehrin, pazar günleri çarşıda kuş mezadı var, gittik birkaç kere, ben bayıldım. Kendisi, buranın yerlisi olmuş gibi; tanımadığı yok, on sene kadar olmuş buraya yerleşeli. Bense bir sene oldu belki buraya geleli, duvara çakılı bir mıh gibi yapayalnızım, tanıdığım kimse yok… Bazen çıkıp dolaşıyoruz, her tarafı tarih, şiir kokan bu şehirde. Nâdan eller çirkinleştirememişler daha gönüllerince ama uğraşıyorlar, ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar doğrusu… Geçenlerde kuştan anlıyan biriyle konuşmağa başladılar, eski kuşbazlardan, bir otobüs acentesinde çalışıyor. Benim egzotikleri verdim birisine, dedi arkadaş, bakamamışlar, ikisi ölmüş… Bana verseydin ya, dedi öteki, ben bakardım. Ne yapacaksın yahu, dedi bizimki, kartlaşmış hayvanlar!… Öyle söyleme bey, dedi adam, benim bir saka vardı on iki yaşında, ölsün derim ölmez, satsam kıyamam, bıraksan serçeler paralar, iki üç defa döl de aldım zâten… 

Bir gün Tatar Recep derler, yaşlı bir kuşbaz var, geldi kuşu gördü, ver bana bunu, dedi, canıma minnet verdim kurtuldum, bir öterdi… Şak şak şak, zâten saka kuşu öttü mü öter, bülbül nağmesi yapar… Şimdi benim bir saka var kanarya ile çiftleştireceğim, yaban kuşlardan dinlemiş, görsen arada sırada kahkaha atar gibi yapar: Hu, hu, hu, hu, zâten en çok o halini seviyorum… Benim de bir İrlanda var, dedi arkadaş, kanarya ile çiftleştireyim diyorum, acaba hangisi ile çiftleştirsem?… Kamışî kanarya; kamışî kanarya alacaksın, yani sarının beyaza yakını, onunla çiftleştir, sapsarı yavru alırsın, kızışmış mı? Bilmem ki, iki tane dişi koydum yanına, birisi saka; arkasını dönüp oturuyor. Yem de veriyorum, şekerle bademi ezdim verdim ama bir haber yok daha… Kızışınca tüylerini kabartır, dedi adam, gagası işte böyle –ağzıyla gaga taklidi yaptı– cık cık cık cık öter. O zaman işte… 

Sonra lâf döndü dolaştı yabanî kuşlara geldi. Eskiden benim çocukluğumda doğan beslerdi avcılar, diye anlattı adam, böyle kollarına meşinden kolluk, üstüne de kösele yaptırırlardı, herkes kuşunu koluna kor, ayağından bağlı, bağını çözüp de şöyle kolunu kaldırdı mı o havalanır, ok gibi süzülür, o kadar adamın için- de gelir sahibini bulur… Hiç şaşırmaz. Öyle ya, biz şimdi şuradayız, kuş nerden bilir hangimizin hangimiz olduğunu?.. Sahi nasıl bilir, dedim, neresinden tanır?.. Bilir işte, gelir sahibinin koluna konar, yüzünü maskeyle örtsen gene bilir, eskiden vardı, benim çocukluğumda, ama şimdi yok artık… Sonra o zaman saksağan beslerlerdi. Dilini keserlermiş konuşurmuş, dedi bizim arkadaş. Yok, dedi adam, dilini değil, dilinin altını, nah böyle –dilini çıkarıp tarif etti– ağabeyim yapardı o işi, Allah rahmet etsin, nâ böyle cellat gibi saksağanın dilinin altını keserdi.

Raf Gezgini: 2023’e kitaplarla veda