Nobel ödüllü Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee, 1990 yılında yayımlanan ‘Demir Çağı’ romanında yıllar süren ırkçı politikaların yarattığı şiddet ortamının ve bunun bireyde yaptığı tahribatın izlerini sürmüş. Roman, aradan geçen onca yıla rağmen hala Güney Afrika’nın Apartheid rejimini ele alan en çarpıcı edebiyat yapıtlarından biri olarak kabul ediliyor ve kültürel incelemelerde kaynak kitap vazifesi görüyor.
John Maxwell Coetzee, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, Cape Town’da 1940’ta doğmuştu. Annesi ilkokul öğretmeni, babası hukukçuydu. Cape Town Üniversitesi’nde İngilizce ve Matematik eğitimi gördü. 1962-1965 yılları arasında Londra’da bilgisayar programcısı olarak çalışırken Ford Maddox Ford üzerine yüksek lisans tezi yazdı.
1968’de Texas Üniversitesi’nde Samuel Beckett üzerine yazdığı teziyle doktorasını tamamladı. New York’ta öğretim görevlisi olarak edebiyat dersleri vermeye başladı. Bir yandan da ilk romanı üzerinde çalışıyordu. 1971’de siyasi gösterilere katıldığı için ABD’deki oturma izni iptal edilince 1972’de Güney Afrika’ya döndü ve Cape Town Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak atandı. İlk romanını da –’Dusklands’- 1974’te Güney Afrika’da tamamladı. Bu tarihten itibaren yazarlık ve akademik kariyerini birlikte sürdürecekti.
Coetzee, profesör kadrosuna kadar yükseldiği Cape Town Üniversitesi’nden 2000 yılında emekli olana dek çok sayıda saygın edebiyat ödülüne değer görülen romanlarıyla uluslarası üne kavuştu. Aldığı ödüller arasında en önemlileri 1983 ve 1999 Booker Ödülleri ve 2003 Nobel Ödülü’dür. Türkçede ilk kez 1985 yılında ‘Barbarları Beklerken’ romanı ile tanıştığımız Coetzee, 2000’li yıllarda çevrilen eserleriyle birlikte Türkiye’de hak ettiği ilgiyi bulmuştu.
Apartheid’in son yıllarında
Hikayenin başında doktor randevusundan kötü haber alan anlatıcının/kahramanının eve dönüşünü izliyoruz. Öfkesini arabasından iner inmez karşısına çıkan pis kokulu, sarhoş bir evsize boşaltarak evine giriyor:
“İçindeki bütün yankıların söndüğü, ahşap zemine basan ayağımın sesinin bile yüzeysel ve ruhsuz çıktığı bu boş eve nasıl da ağır adımlarla girdim. Senin burada olmanı, bana sarılmanı, beni avutmanı öyle arzuladım ki!”
Belli ki yalnız ama henüz yaşını, cinsiyetini, seslendiği şahsın kimliğini bilmiyoruz. Sayfalar ilerledikçe anlatıcının -“kalın çorapları, mavi paltosu, üzerinde hep bir tuhaf duran etekliği, ayrıldığı yerde bebeklerinki gibi pembe kafa derisi, yaşlı kadın kafa derisinin göründüğü kır saçları” ile– Bayan Curren olduğunu öğreneceğiz; 60’lı yaşların sonunda, Latince dersi veren emekli bir üniversite görevlisi. Kocasından uzun zaman önce ayrılmış. Tek çocuğu olan kızı, 1976 yılında Güney Afrika’ya bir daha dönmemeye yemin ederek Amerika’ya yerleşmiş. Orada doğan çocukları –torunlarını- sadece resimlerinden tanıyor Bayan Curren.
Peki şimdi hangi yıldayız? Coetzee, roman sonuna kadar kesin tarih belirtmiyor ama ilan edilmiş olağanüstü hale rağmen sürüp giden üniversite gösterilerinden, kira boykotlarından, isyanlardan, yakılan, öldürülen insanlardan anlıyoruz ki 1980’lerin ortalarındayız – Apartheid’in son yıllarında…
Yalnızlığından, hastalığından ve ülkenin gidaşıtından bunalmış, mutsuz ve huysuz bir kadın olan Bayan Curren, kapısının önünden kovduğu Vercueil isimli adamı ve köpeğini yavaş yavaş kabullenmeye başlar. Her geçen gün, aralarında tuhaf bir bağ kurulur. Bir süre sonra hizmetçisi Florence, iki çocuğu ile birlikte eve döner.
Çocuklardan büyük olanı –Bheki- Apartheid’e karşı direnenlerdendir. Bheki’nin arkadaşı John’un da çıkıp gelmesi ile evdeki hava gerginleşir – hele ki polisin gençleri taciz etmesinden sonra… Irkçı beyaz yönetimin ve ırk ayrımcılığını kollayan politikanın muhalifi olmasına rağmen Bayan Curren, Apartheid’in gerçek yüzünü ancak şimdi fark edecektir. Florence ve çocukların peşinden hastahane koridorlarında, barikatlarda, gecekondularda yaralılarla, daha da kötüsü cesetlerle karşılaşan Bayan Curren, çılgına dönmüştür:
“Evet, çılgınım. Ama onlar da çılgın. Hepimiz çılgınlaşmışız, iblisler girmiş içimize. Çılgınlık tahta çıkarsa, ülkede bulaşmadığı kim kalır ki?”
Masumiyet mi?
Üzerinden çok zaman geçtiği için hafızaları tazelemek gerekebilir: Güney Afrika’nın ırkçı yönetiminin devrildiği, yıllarca hapishanede tutulan Nelson Mandela’nın özgürlüğüne kavuştuğu 1990 yılı bütün dünyada heyecan uyandırmıştı. Hangi ırktan, renkten, dinden olursa olsun Güney Afrikalılar için radikal bir değişim umuduydu bu. ‘Demir Çağı’ işte böyle bir ortamda yayımlandı. Ancak umudu paylaştığı söylenemez.
Bir kadının dramını anlatmakla birlikte roman aslında gelecekte ülkeyi bekleyen potansiyel sorunlara yönelik bir uyarı niteliğinde. Mesela romanın adı -‘Demir Çağı’- Bayan Cullen’in yardımcısı Florence’le konuşurken işittiği bir sözcükten -isyancı çocukların da beyazlar kadar gaddarlaştıklarını, kalplerinin taş kestiğini söylediğinde Florence’ten aldığı şu yanıttan- geliyor: “Onlar iyi çocuklar, demir gibiler, biz onlarla gurur duyuyoruz.”
İşte o zaman ‘Demir çocuklar’, diye düşünecektir Bayan Curren: “Florence’in kendisi de epeyce demirdendi. Demir çağı. Ondan sonra bronz çağı gelir. Bu döngüde daha yumuşak çağların, kil çağının, toprak çağının tekrar gelmesine daha ne kadar zaman var? Demir yürekli, yürekli bir ana, ulus için savaşçı oğullar doğuruyor.”
Yanlış anlaşılmasın; şiddetin kaynağının ırkçı beyaz iktidar olduğunun, gençlerin şiddete çekildiklerinin elbette farkında Coetzee. Ama Pandora’nın Kutusu bir kez açıldığında, şiddet toplumun en diplerine kadar yayıldığında, kimin zalim kimin mazlum olduğunun anlamının kalmayacağının da farkında. Bu nedenle kısa ama sembolleriyle, göndermeleriyle, temalarıyla yoğunlaşan hikayesinde pek çok önemli meseleye değinmiş.
Hayatının sonundaki orta sınıf beyaz bir kadının Apartheid’deki suç ortaklığını sorguladığı bu romanın her sayfasında ırk, beyazların üstünlüğü, önyargılar, ayrımcılık ve insan hakları konuları yer alıyor. Hastalık, yaşlanma ve ölüm de toplumun çöküşünün sembolü olarak önemli temalar. Ancak bütün bu temaların kesiştiği nokta masumiyet temasıdır.
Coetzee, ‘Demir Çağı’nı –önce- politik bilinçe sahip Güney Afrikalı bir oğulun perspektifinden ölmekte olan annesine yazılan mektuplar biçiminde tasarladığını söylüyor. Ancak böyle bir kurguda anlatıcının bakış açısının tanınabilir bir şekilde kendisine benzediğini fark ettiğinde yapıyı değiştirmiş. Anlatıcı rolünü beyaz, orta sınıf bir Güney Afrikalı olarak tarihsel konumunun giderek farkına varan Bayan Curren’e vermiş ve ‘Demir Çağı’ için yazdığı ilk notlarında asıl amacını şu sözlerle vurgulamış: “Bu [roman] masumiyetle ilgili olmalı. Tarihsel masumiyet…”
Bayan Curren’in mektuplar aracılığıyla kızıyla, aslında kendisiyle yaptığı konuşmalar bir anlatı monoloğuna, dönüp dolaşıp kendini sorgulamaya, giderek günah çıkarmaya dönüşüyor. İdeolojik olarak Apartheid’e karşı çıkan ama aynı zamanda bundan yararlanan liberal beyazların tarihsel masumiyetini kendisi, hatta Apartheid zihniyetinden nefret ederek ülketi terk eden kızı üzerinden sorgulayacaktır Bayan Curren. Coetzee’nin diğer romanlarındaki karakterler gibi o da ırkının ve zamanının korkularından yoksun değildir.
Liberalizm her sayfada test ediliyor
Coetzee’nin anlatısındaki en dikkat çekici yanlardan birisi bireyin düşünce ve davranış alışkanlıklarını bireyin değişim sürecine yedirebilmesidir. Nitekim ‘Demir Çağı’nda Bayan Curren’in liberalizmi her sayfada test edilir. Yaşlı kadının ‘dönüşümünü’ basitçe çizmek yerine, dönüşüm girişimlerini deneme yanılma şeklinde sergiler. Curren’in amacı bağışlama ve bağışlanmadır. Ama itirafçıyı bağışlayacak herhangi bir tanrı olmadan bağışlanma mümkün olabilir mi? Coetzee, Curren’in kızını Curren’in itirafının tanığı ve yargıcı olarak konumlandırır ki bu tercih günah çıkarma dinamiğini daha da karmaşıklaştıracaktır. Zira Curren kadar kızı da Apartheid’le –istemeyerek de olsa- suç ortağıdır. Bayan Curren, masumiyet karinesine sarılamayacağını bilmektedir:
“İyi bir insandım ben, bunu açıkça itiraf ederim. Hâlâ da iyi bir insanım. İyi bir insan olmanın yetmediği ne biçim zamanlardayız!”
Kendi suçluluğuyla yüzleşmeden ölmekten korkan Bayan Curren’in ruhunu kurtarabilmesi için hangi suçlardan suçlu olduğunu anlaması gerekiyor. Mektuplar işte bu arayışın sonucu. Böyle bir anlatı tekniğini seçimi ise Coetzee’nin masumiyet temasıyla yakından ilgili olan günahların bağışlanması ve kurtuluş temalarını öne çıkarmak isteğinden.
Birinci tekil şahıs anlatıcısı Bayan Curren, duygularını ifade edecek bir tonda, bitkin bir halde günah çıkarıyor sanki. Mektup tarzının seçilmesi bu günah çıkarma ‘ayinine’ samimiyetin pırıltısını ve itirafın sesini katıyor. Uzaklardaki kızına duyduğu özlem ve kendi durumunun umutsuzluğu lirik pasajlara dökülmüş. Ve Coetzee, bu ruh haline eşlik eden –bazen pastoral, bazen de kentsel- imgeleri mükemmel bir dille yakalamış.
Anlatı tekniğinin önemli bir işlevi daha var; mektuplardaki ‘sen’ hitabı aynı zamanda okuyuculara seslenmeyi, onları olayların tanığı yapmayı, sorumluluk/suçluluk hissetmelerini sağlıyor. ‘Demir Çağı’nın içine girmek için o dönemde Güney Afrika’da yaşananlar hakkında bilgi sahibi olmak gerekmez. Hatta romanın yazıldığı tarihin bile önemi yok. İnsanın insana zulmünün acımasızca sürdüğü 21. yüzyılda ‘Demir Çağı’ ele aldığı meselelerle, meseleleri dile getiriş tarzıyla ve okuyucuyu yüzleşmeye çağrısıyla güncelliğini hiç yitirmemiş, sarsıcı bir roman.