“Hiçbir romancı benim için Robert Musil kadar değerli değildir.”
Milan Kundera yazar Robert Musil’in romancılığına duyduğu hayranlığı bu sözlerle anlatır. Ve 20. yüzyılın en önemli romancılarından biri sayar onu. Öyle ki Avusturyalı yazarın tamamlayamadığı ‘Niteliksiz Adam’ı bile başyapıt olarak kabul eder.
Musil 1880’de Avusturya’da doğdu. Makine mühendisliği, felsefe ve psikoloji eğitimi aldı. Farklı disiplinlerdeki bu eğitimleri ailesinin özellikle de babasının isteğiyle almasına rağmen 26 yaşındayken ‘Genç Törless’ isimli bir roman yazıp dönemin eleştirmenlerinin dikkatini çekmeyi başardı. Gördüğü ilgi onu edebiyata daha da yakınlaştırdı, kendini yazmaya adadı.
Edebi yaşamı boyunca novellalar, dramalar, denemeler, tiyatro eleştirileri ve iki roman yazdı. Eserlerinin tümünde yaşamı boyunca uğraştığı sosyal ve toplumsal sorunlara yer verdi. Hayatı boyunca üzerinde çalıştığı ve tamamlayamadığı eseri ‘Niteliksiz Adam’ modern roman türünün en önemli başyapıtlarından biri olarak görülüyor. Musil 1920’lı yıllardan başlayarak hayatı boyunca bu roman üzerinde çalıştı, bazı bölümlerini yeniden yazdı ancak tamamlayamadı. Nazi rejimini eleştiren eserleri yasaklananınca karısıyla İsviçre’ye sürgüne gitti ve 1942 yılında Cenevre’de beyin kanamasından öldü.
Can Yayınları geçen sene yayınladığı 1911 tarihli ‘Birleşmeler’den sonra bu kez yazarın kadın karakterleri merkeze aldığı ‘Üç Kadın’ı yayınladı. Kitap farklı toplumsal sınıflardan üç kadının hikâyesini anlatıyor. Öykülere ismini veren ve hayatlarındaki erkeklerin bakışından gördüğümüz bu kadınlar ilk bakışta öykülerin odak noktası değilmiş gibi görünse de üç erkeğin kaderine hükmeden, olayları belirleyen onlardır: Köylü Grigia, aristokrat Portekizli ve tezgâhtar Tonka.
Zehra Aksu Yılmazer’in Türkçeye kazandırdığı, yayıncısının “edebiyat gezegeninin dahi münzevisi” tanımladığı Robert Musil’in ‘Üç Kadın’ından tadımlık bir bölüm paylaşıyoruz:
GRIGIA
Bir dönem gelir, hayat sanki devam etmekte tereddüt ediyormuş ya da akışını değiştirmek istiyormuş gibi belirgin biçimde yavaşlar. Böyle bir dönemde insanın başına kolayca bir felaket gelebilir.
Homo’nun hasta, küçük bir oğlu vardı; hastalığı bir seneden beri ne düzeliyor ne de kötülüyordu, doktor onun uzunca bir süreliğine kaplıcaya götürülmesini istemişti ama Homo bu seyahate katılmakta kararsızdı. Giderse kendinden, kitaplarından, planlarından ve hayatından çok ayrı kalacakmış gibi geliyordu ona. Homo gönülsüzlüğünün büyük bir bencillik olduğunu düşünüyordu, ama daha ziyade kendini çözmekti belki de, zira daha önce karısından bir gün bile ayrı kalmamıştı; onu çok sevmişti, hâlâ da çok seviyordu ama çocuk yüzün- den bu sevgi, içine sızan suyun hiç durmadan aşındırdığı bir taş gibi çatlamıştı. Kendi bilgi ve iradesi dışında sevgisinden asla bir şey yitirmeyen Homo, çatlamanın yeni özelliğine hayret ediyordu ve seyahat hazırlıkları ne kadar uzun sürse de, gelecek yazı tek başına nasıl geçireceği gözünde bir türlü canlanmıyordu. Tek bildiği, kaplıcalardan ve dağ kasabalarından hiç hazzetmediğiydi. Sonunda tek başına geride kaldı, iki gün sonra da Fersena Vadisi’ndeki eski Venedik altın madenlerini yeniden açmak isteyen bir şirkete ortak olmaya davet edildiği bir mektup aldı. Mektup, birkaç yıl önce bir seyahatte tanışıp bir-iki gün dostluk ettiği bir beyden, Mozart Amadeo Hoffingott’tandı.
Buna rağmen, girişimin ciddiyetinden ve sağlamlığından en ufak bir kuşku duymadı. İki telgraf çekti; birinde, karısına hemen yola çıkacağını ve adresini daha sonra bildireceğini söylüyor, diğerinde de, maden açma çalışmalarına jeolog olarak katılmayı ve girişime belki büyükçe bir miktar para yatırmayı kabul ediyordu.
Dut ve üzüm yetiştirilen, kendi halinde zengin bir İtalyan kasabası olan P.’de uzun boylu, yakışıklı, esmer, hep hareket halinde bir adam olan yaşıtı Hoffingott’la buluştu. Öğrendiğine göre, şirket muazzam bir Amerikan finansmanına sahipti ve iş büyük çaplı olacaktı. Bu arada, ön hazırlıklar için ikisi ve diğer üç ortaktan oluşan bir ekip vadide keşif gezisine çıkacaktı, atlar satın alınmıştı, araçlar bekleniyor, işçiler tutuluyordu.
Homo pansiyonda değil, nedenini kendisi de bilmiyordu ama Hoffingott’un bir İtalyan tanıdığının evinde kalıyordu. Orada dikkatini çeken üç şey vardı. Güzel, maun bir kerevet üstünde tarifsiz serinlikte yumuşak ya- taklar. Tarifsiz karmaşıklıkta, zevksiz ama kendi içinde bir bütün oluşturan, acayip desenli duvar kâğıtları. Ve bambudan bir sallanan sandalye; insan bu sandalyede sallanırken duvar kâğıtlarına baktığında, iki saniye içinde hiç yoktan muazzam boyutlara ulaşıp sonra yine kendi içine çekilen dalların yükselen ve alçalan karmaşasına dönüşürdü.
Sokaklarda kar ve güney karışımı bir hava vardı. Mayıs ortasıydı. Akşamları sokaklar büyük ark lambalarıyla aydınlatılıyordu, enlemesine gerilmiş iplere asılı ark lambaları o kadar yüksekteydi ki, altlarındaki sokaklar karanlığının içinden geçilip gidilen lacivert uçurumlar gibiyken, yukarıda, uzayda tıslayan beyaz güneşler dönüyordu. Gündüzleri üzüm bağları ve orman görülüyordu. Orman kışı kırmızı, sarı ve yeşille atlatmıştı; ağaçlar yapraklarını dökmediğinden, kuru ve taze yapraklar mezarlık çelenkleri gibi karmakarışık örülmüştü, hâlâ çok iyi seçilebilen kırmızı, mavi ve pembe küçük villalar ise kendilerine yabancı, acayip bir biçim yasasını tüm dünyaya duygusuzca sergilercesine rasgele atılmış zarlar gibiydi.
Fakat yukarıdaki orman karanlıktı ve dağın adı Selvot idi. Ormanın üst tarafında, geniş, yumuşak dalgalarla komşu dağları aşarak küçük, dik vadiye eşlik eden karla kaplı dağ yaylaları vardı, keşif heyeti bu küçük vadiye girecekti. Süt getirip polenta almak için indiklerinde bu dağlardan adamlar, çayırdaki çiçekler misali dağ yarıklarında bol miktarda büyüdükleri söylenen saf kuvars ve ametist de getiriyorlardı bazen ve bu muhteşem güzellikteki masal nesneleri, bazı gecelerdeki yıldızlar gibi yabancı bir aşinalıkla titreşen bu yörenin görüntüsünün altında özlemle beklenen bir şeyin gizlendiği izlenimini daha da güçlendiriyordu. Atlarını vadiye sürdüklerinde ve saat altıda Sankt Orsola’dan geçtiklerinde, etrafı çalılıklarla kaplı bir çayın üzerindeki küçük taş köprüde yüz değilse de kesinlikle iki düzine bülbül ötüyordu; ortalık apaydınlıktı.