DC ile Marvel dünyasından iki anti-kahraman dizisi ‘The Penguin’le ‘Agatha All Along’ bizi fantastik evrene götürüyor. Güreşçi Dump Matsumoto’yu anlatan ‘The Queen of Villains’ ve Polonya’dan kaçan sporculardan ilham alan ‘Boksör’ ringlere taşıyor.

GOTHAM’DA GÜÇ PEŞİNDE

The Penguin

Anti-kahramanların da en az ana kahramanlar kadar sevildiğini keşfeden film ve dizi sektörü, bizlere epeydir fantastik evrenlerin ‘bir de diğer tarafını’ anlatıyor. Yalan yok, bizler de pek seviyoruz. İşte bu anti-kahramanlardan biri olan Penguen’in hikâyesi, HBO’nun aylardır beklenen ‘The Penguin’ dizisiyle BluTV’de yayında. Odağında DC evreninin kötülerinden Penguen’in olduğu dizi, 2022 yapımı ve Matt Reeves imzalı ‘The Batman’ filminin yan ürünü. Ancak bu sefer Batman’i görmeyeceğiz. Dizi, filmde geçen olaylardan sonrasını anlatıyor ve Penguen’i, tıpkı filmde olduğu gibi Colin Farrell canlandırıyor.

‘The Batman’ filminde Gotham yeraltı dünyasının ağır topu Carmine Falcone, ikonik karakter Riddler’ın saldırısında ölmüştü. ‘The Penguin’ tam da buradan, başsız kalan yeraltı dünyasından açılıyor. Zamanında Falcone için çalışan Penguen lakaplı Oz Cobb kendini, açılan bu boşluğu değerlendirmeye ve yeraltı suç dünyasının hâkimi olmaya adıyor.

Başsız kalan sokakların lider adayı elbette yalnızca Oz değil. Eski liderin kızı Sofia Falcone (Cristin Milioti) rehabilitasyon merkezinden çıktığı gibi liderliğe, kan bağının da verdiği yetkiye dayanarak doğal aday oluyor. Sofia, Oz’un işbirlikçisi olmak yerine ailesinden kalan saltanatı devralmanın peşinde. Dolayısıyla dizi aynı zamanda Sofia’nın da hikâyesi.

Colin Farrell’ın dönüşümü

Maceramız yeraltında güç elde etmeye odaklandığı için elbette DC hayranları kadar mafya ve suç draması sevenleri de memnun edecektir; ancak ‘The Penguin’ bunlardan ibaret değil. Bugün olduğumuz kişilerde çocukluğumuzun etkisini vurgulamak için dizi ara ara bizleri Sofia ve Oz’un çocukluklarına götürüyor. Ana karakterlerin motivasyonlarındaki arka plan sağlanmış oluyor böylelikle. Sofia üzerinden aile bireylerinin ihaneti, Oz üzerindense anneyi memnun etme teması işlenerek dizinin psikolojik teması oluşturuluyor.

Diğer alt tema da genç Victor (Rhenzy Feliz) aracılığıyla işleniyor. Oz, Victor’ın bir yere ait olma arayışını kendisiyle özdeşleştirince onun akıl hocası oluyor, kendine bir nevi Robin yaratıyor. Bir yandan da onu kullanıyor ve buradan hikâyeye karmaşık bir duygusal öge daha ekleniyor. Kısacası ‘The Penguin’i tek bir tanıma ve temaya indirgemek mümkün değil.

Oyuncu kadrosuna bakmadan izlerseniz İtalyan mafya babası görünümlü Penguen’in Colin Farrell dışında herkes olabileceğini düşünürsünüz. Bu vesileyle dizinin prostetik makyaj sanatçısı Mike Marino’yu da es geçmeyelim. ‘The Batman’ filmindeki makyaj ekibiyle Oscar’a aday olmuş Marino’nun sanatını ‘Siyah Kuğu’ gibi yapımlarda da gördük. Sofia’yı canlandıran Cristin Milioti’yi ise ‘How I Met Your Mother’ın annesi olarak biliyoruz. ‘The Penguin’, Milioti’nin sempatik imajının altından sert bir karakter çıkarmada oldukça başarılı. Yapımcılığını Lauren LeFranc’ın üstlendiği ‘The Penguin’ BluTV’de.


CADILAR YOLU’NDA GÜÇ PEŞİNDE

Agatha All Along

Geçelim Marvel evrenine ve 2021’de yayınlanan ‘WandaVision’ın devam dizisi niteliğindeki ‘Agatha All Along’a. Tıpkı ‘The Penguin’ gibi ‘Agatha All Along’ da öncülü olan yapımın kaldığı yerden devam ediyor ve odağını anti-kahramana çeviriyor. Yani bu kez Wanda’yla Vision’ı değil, cadı Agatha Harkness’ı izliyoruz. Disney+’ta şimdilik ilk iki bölümü yayınlanan dizide Agatha yine Kathryn Hahn’a emanet.

Agatha ilk olarak ‘Fantastic Four’ çizgi romanlarında yer alan bir karakter, ancak (çizgi diziler dışında) ekranda onu ilk kez ‘WandaVision’da görmüştük. ‘Agatha All Along’u izlemek için öncesinde ‘WandaVision’ı izlemeniz şart olmamakla birlikte, izlemezseniz kaliteli bir işi kaçırırsınız! (Mini dizi ‘WandaVision’ da Disney+’ta yayınlanıyor.)

‘WandaVision’ın Agatha’sı

Yine de doğrudan ‘Agatha All Along’a başlamak isteyenler için ‘WandaVision’ı özetleyelim: Avengers evreninden Wanda, eşi Vision’ın (Elizabeth Olsen, Paul Bettany) ölümünün ardından travma sonrası stres bozukluğu yaşamıştı. Büyü güçleri sayesinde kendine, ölmemiş bir Vision’la mutlu mesut yaşayabileceği tipik bir Amerikan rüyası inşa etmişti. Çiftimiz, içinde yaşayanlar da dahil olmak üzere tamamen Wanda’nın büyüsü altında olan Westview adlı banliyöde yaşarken Agnes (Kathryn Hahn) adlı komşuları onlara hep destek olmuştu.

Bölümler ilerledikçe dizinin sitcom havası parçalanmaya, Wanda’nın yarattığı kurgu-dünya çökmeye başlamıştı. Komşu Agnes’inse Wanda’nın büyüsü altında olmayan tek kişi olduğunu öğrenmiştik: Meğer Agnes, Wanda’nın yarattığı dünyaya onun güçlerini elde etmek için adım atmış olan cadı Agatha Harkness’mış. Dizinin sonunda Agatha ile Wanda savaşa girmiş, ancak Agatha Wanda’nın güçlerini almak yerine kendi güçlerini kaptırmıştı. İşte yeni dizi ‘Agatha All Along’, bu yenilgisinin ardından sıradan bir hayat sürmeye mahkûm edilen Agatha’ya odaklanıyor.

Agatha, diziye ‘WandaVision’daki sıradan komşu Agnes olarak başlamak zorunda kalıyor. Amacıysa büyü güçlerini geri kazanabilmek ve yeniden Agatha olabilmek. Agatha bunun için yeni tanıştığı Genç (Joe Locke) adlı gotik bir gençle işbirliği yapıyor ve ikilimiz bir cadı meclisi toplamaya başlıyor. Böylelikle seyir zevki yüksek, keyifli ve eğlenceli bir grup çıkıyor karşımıza. Tüm hazırlıklar bittiğinde Agatha güçlerini geri kazanmak için Cadılar Yolu’na çıkmak, yani ölümcül bir sınav vermek zorunda kalıyor. Özetle Agatha’nın küllerinden doğma çabasına tanıklık ediyoruz. Bir yandan da Agatha’nın yoldaşı olan gizemli Genç’in gerçek kimliğini öğrenmeye çalışıyoruz. (Dizi müjdelendiğinden beri Genç’in aslında kim olduğuna, Wanda’yla bir bağı olup olmadığına dair fikirler havada uçuşuyor.)

Dizi gizem ve korku türlerinde dolanırken tıpkı ‘WandaVision’ gibi komedi unsurlarını da eksik etmiyor. Dizinin cadı meclisinde yine ‘WandaVision’daki banliyö sakinlerinden tanıdık isimleri görüyoruz. Aramıza yeni katılanlarsa Agatha’ya yardım eden gizemli genç rolündeki, ‘Heartstopper’dan bildiğimiz Joe Locke ve ‘Parks and Recreation’dan bildiğimiz Aubrey Plaza. Çizgi romanlarda ismi geçse de kendine ait bir serisi olmayan, buna rağmen ekranlarda kendine ait bir dizi elde etmiş ilk Marvel karakteri olan Agatha’nın öyküsü ‘Agatha All Along’ şu an ilk iki bölümüyle, sonra da haftalık olarak Disney+’ta.


GEL DE GÖR BENİ, BAMBAŞKA BİRİ!

The Queen of Villains

Şimdi sizi ringlere götürelim. Japon profesyonel güreşçi Dump Matsumoto’nun hayatı dizi oldu ve bizi azmin, adrenalinin ve kanlı bir şov dünyasının eşlikçisi yaptı. Netflix’te yayınlanan ‘The Queen of Villains’ gerçek hayattan uyarlanan bir mini dizi. Hem fiziksel özelliklerinden hem sessiz ve utangaç oluşundan ötürü zorbalığa uğrayan bir kızın 1980’lerde profesyonel güreşçi olma hayaline ulaşmasını izliyoruz.

Aynı zamanda, tıpkı az önce bahsettiğimiz fantastik filmlerdeki gibi bir anti-kahramanı izliyoruz; çünkü Dump Matsumoto çıktığı müsabakalarda ‘kötü karakter’ olarak güreşiyor. Amerikan güreşi olarak da bilinen profesyonel güreş, maçın sonucunun önceden belirlendiği bir gösteri sporu olduğu için izleyicinin ilgisini kurgulanmış çatışmalardan alır. Yani her gösterinin bir kahramanı/favorisi (face) bir de kötüsü (heel) olur. Dump da işte izleyicinin öfkesini üzerine çeken, nefret edile edile gösteriye ilgiyi artıran gruptan.

‘GLOW’u da hatırlatalım

Netflix’te profesyonel güreş gösterilerini anlatan ilk yapım değil ‘The Quuen of Villains’. Platformun medarıiftiharlarından ‘GLOW’u (2017) bilenleriniz vardır. ‘GLOW’da, 1986 yılında David McLane tarafından kurulan ‘Gorgeous Ladies of Wrestling’ adlı kadın güreşçi grubunun sahne önü ve arkası, gerçeklere dayansa da ağırlıklı olarak kurgulaştırılmıştı. ‘The Queen of Villains’ ise hâlâ yaşayan Dump Matsumoto’nun bizzat hayatını baz alıyor. Matsumoto’nun oldukça sert bir figür olmasından ötürü dizi ayrıca ‘GLOW’un daha şiddetli versiyonu diyebiliriz. (Bu vesileyle ‘GLOW’dan mahrum kalmamanızı öneririz. ‘Community’nin Annie’si Alison Brie’nin başrolde olması da cabası.)

‘The Queen of Villains’ta Matsumoto’yu sadece yetişkin haliyle değil, çocukluğuyla da görüyoruz. Böylelikle bir çocuğun utangaçlığın üstesinden nasıl geldiğini ve hayattaki amacını nasıl bulduğunu izliyoruz aynı zamanda. Artık profesyonel güreşçi olmuş Matsumoto’nun ‘fazla kibar’ biriyken ringde oluşturduğu vahşi personası bize gösteri dünyasıyla ilgili de çok şey anlatıyor. Dizi barındırdığı şiddet ve duygusal tonları yer yer mizahla dengeliyor.

Dump Matsumoto’yu, bizzat kendisinden hem onay hem de kendo kılıcını (shinai) nasıl kullanması gerektiğine dair tüyolar almış olan Yuriyan Retriever canlandırıyor. Yapımcılığını ve senaristliğini Osamu Suzuki’nin üstlendiği beş bölümlük mini dizi ‘The Queen of Villains’ Netflix’te.


ZİRVE UĞRUNA KAYBEDİLENLER

Boksör

Tıpkı Dump Matsumoto gibi, zorlu bir mücadele sonucu kendini var eden insanların öykülerini seviyorsanız bir de film önerimiz var. Polonya yapımı Netflix filmi ‘Boksör’de bu kez gerçek bir hayat hikâyesi değil, komünist Polonya’dan kaçıp hayallerini gerçekleştirmeye çalışan sporcuların temsilî öyküsü anlatılıyor. Film anti-komünist propaganda yapıyor gibi görünse de, (bilinçli olarak mı bilinmez ama) Amerikan rüyasının başı çektiği ‘kurtarıcı Batı’ idealinin de bir eleştirisi bize kalırsa. Fakat toplumsal tema, ana karakterin bireysel trajedisinin yanında arka planda kalıyor.

Jedrzej (Eryk Kulm), Polonya’nın yıldız boksörlerinden birinin oğludur. Çocukluğu babasıyla antrenman yaparak geçer, ancak babası bir mağlubiyet sonrası kariyerine küser ve oğlunu bokstan uzak tutmaya çalışır. Babasının ölümünden sonra Jedrzej, antrenör dayısıyla boks kariyerine başlar ve başarı kazanır. Jedrzej daha iyi bir yaşam ve 1988 Avrupa Şampiyonası’nda kendini kanıtlama umuduyla, eşi Kasia’yı da (Adrianna Chlebicka) alarak komünist Polonya’dan Londra’ya kaçar.

Zirveden düşüş

Londra’da bir göçmen olarak hemen yükselmenin kolay olmadığını anlayan Jedrzej büyük bir risk alır, ama karşılığında çok şey feda edeceğinden habersizdir. Jedrzej bu noktadan sonra başarıya, üne ve paraya kavuşunca kişiliği değişen adam tiplemesine evrilir. Zirveye yaklaştıkça ailesini de spordaki disiplinini de kaybetmeye başlar. Komünist Polonya’da ev inşa etmek için tuğla çaldığı zamanlarını özler hale geldiğinde iş işten geçmiştir. Film yine de karamsar bitmez. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla simgelenmişçesine, Jedrzej geçmişiyle ve babasının hayaletiyle barışır. Artık boks tutkusunu daha sağlıklı yaşamanın yolunu bulur.

Oyunculuklarıyla ön plana çıkan filmde Eryk Kulm, bir başrolün hakkını fazlasıyla veriyor ve karakterine sempati ve antipati arasında mekik dokutmayı başarıyor. Antrenör dayı Czesiek rolüyle gönlümüzü kazanan Eryk Lubos ise halihazırda Polonya’nın ünlü ve başarılı isimlerinden.

Filmin, sizi destekleyenleri zirveye çıkarken unutmamanız ve şatafatla büyülenmek yerine sağduyuya sarılmanız gerektiği gibi açık mesajları var. Bu didaktik yönüyle ve de bir trajediden beklenenleri yerine getirmesiyle ‘Boksör’ orijinal bir film sayılmasa da onu benzerlerinden ayıran, gözden kaçmaya müsait bir alt teması var: Ebeveynlerden çocuklara aktarılan yüklerin zincir olarak devam ettiği. Jedrzej, babasından aldığı yükü çocuğuna devretmeyerek bu zinciri kırıyor. Film ayrıca (işlemekte yetersizse kalsa da) ideolojilerin çarpışması ve göç gibi sosyopolitik arka planı olmasıyla yine benzerlerinden ayrışıyor. Bunlar dışında ‘Boksör’, umut verici tonda biten dram hikâyelerini sevenlere birebir. 1980’lerde hayallerini gerçekleştirmek için Polonya’dan kaçan sporculara bir saygı duruşu niteliğindeki ‘Boksör’ Netflix’te sizleri bekliyor.