Fernand Braudel’in ‘Fransa’nın Kimliği’ nihayet Türkçede. Kitap, sadece bir ulusun tarihini değil, varoluşu ve manasını da inceliyor. Peki kim Fransızlar? Devrimci, romantik, kültürlü, ukalâ, soğuk. Bu zor sorunun cevabını Braudel veriyor.

“Sartre Fransa’dır” bu sözü Cezayir Savaşı’na karşı çıktığı ve sert eleştiriler yönelttiği için yargılanan Jean-Paul Sartre savunmak için dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle sarf etmişti. Oysaki ikisi, iki farklı siyasi görüşün temsilcileriydi. O dönem için “Fransa’nın ruhu”nu göstermesi bakımından bu güzel bir retorikti ama peki daha geniş manada Fransa neydi? Ne demekti?

Bu zor sorunun cevabını vermek için meşakkatli yolculuğa çıkan bir isim vardı; Fernand Braudel. Annales Okulu’nun kurucularından biri olan Braudel’i Nazilerin esir kampındayken hiçbir kaynak kitaba erişme imkânı olmadan yazmayı tamamladığı üç ciltlik başyapıtı ‘Akdeniz’ ile biliyoruz. Bir Akdeniz tarihi kitabı olmasının ötesinde “bir tarih kitabı nasıl yazılmalı” sorusuna da metodolojik cevap veren çalışmasının dışında ‘Uygarlıkların Grameri’ ve yine üç ciltlik çalışması ‘Maddi Uygarlıklar’ Braudel’in tarihi toplumsal, coğrafi, ekonomik ve iklimsel açıdan bakışının bir toplamı niteliğinde.

Fernand Braudel, 20. yüzyılın en büyük tarihçilerinden biri olarak kabul ediliyor.

Braudel’den tarihyazımı için bir meydan okuma

Levent Başaran çevirisiyle çıkan yaklaşık bin sayfalık ‘Fransa’nın Kimliği’yle Fernand Braudel, tüm külliyatında olduğu gibi yine bir meydan okumayla karşımızda. Üstelik usta tarihçinin yazdığı son eser olma özelliğini de taşıyor. Braudel kitabında Fransa’ya dair duygularını şöyle özetliyor: “Fransa’yı Jules Michelet ile aynı titiz ve karmaşık tutkuyla seviyorum. Erdemleriyle kusurları, yeğledimklerimle kabul etmeye zorlandıklarım arasında ayrım gözetmeden”

Onun üslubundan alışkın olduğumuz üzere bu eski Galya topraklarının dağlarını, düzlüklerini, nehirlerini ve deniz kıyılarını anlatmakla başlıyor işe Braudel. Sonra da bugünkü Fransızların ataları Frankların bölgeye gelişiyle yaşanan dönüşüme yer açıyor sayfalarında. Ancak elbette Kelt kabileleri olan Galler, Brötonlar ve daha nice toplulukla bir kimliğin inşasına başlıyor.

Sadece Franklar ve Cermenler için değil tüm Avrupa tarihi için bir dönüm noktası olan Şarlken’in hükümdarlığıyla Braudel’in anlatımına insan faktörü de dahil oluyor. İnsan daha doğrusu krallar ve yöneticiler faktörünü kitabın devamında daha sık görüyoruz. Bu da gayet doğal. Zira Batı Roma’nın yıkılışıyla Avrupa’nın bu kısmında yaşanan kaosu dindirecek birileri mutlaka çıkacaktı. Bunlardan biri Montesquieu’nün alaycı bir dille ifade ettiği “Ne Kutsal ne Roma” tasvirindeki Kutsal Roma Germen İmparatorluğu bir diğeri de kendilerini yüzlerce yıl “Katolikliğin Hamisi” olarak gören Frank krallarıydı.

1. François ve Kanuni Sultan Süleyman arasındaki ittifak Avrupa’nın kaderini değiştirmişti.

“Bir Başarı Hikâyesi”

Fernand Braudel’in kitabının en önemli bölümlerinden biri bu başlığa sahip: “Bir Başarı Hikâyesi” bu dönem 1450 ile 1950 yılları arasını kapsayan 500 yıllık dönem. Yani, Yüzyıl Savaşları’nın sona erdiği, 14. yüzyılda Capet Hanedanlığı’nın yıkılışı Fransızlar için bir yok oluşa dönüşebilirdi. Ancak öyle olmadı. Bourbon Hanedanlığı 15. Yüzyıldan itibaren önce bugünkü Fransa sınırlarına ulaşacak şekilde büyümeye başladı, ardından da okyanusa açıldı. İşte Fernand Braudel’in bahsettiği başarının hikâyesi de biraz buradan başlıyor. Ancak buradaki başarı “fetihler”den ziyade kurumlar ve bu kurumların sürdürülebilirliği.

Hikâyenin bu kısmı bizim tarih kitaplarımızdan da aşina olunan anekdotlarla dolu. En bilineni kuşkusuz Kanuni Sultan Süleyman ve 1. François arasındaki zoraki dostluk ya da terminolojideki karşılığıyla kapitülasyonlar. Hem kapitülasyonlar hem de özellikle Fransız Devrimi’nden sonra Fransızların başta Osmanlı olmak üzere pek çok coğrafyaya “modernite ve devrim ihracı” Braudel’in kitabında hakkıyla yer buluyor. Elbette bir övünç konusu olarak değil, bir tespit ve durum olarak.

14 Temmuz 1789’daki Bastille Baskını’nı tasvir eden bir tablo.

Fransızların dünyaya armağanı: Devrim

14 Temmuz 1789’da o zamanki Paris’in biraz dışında yer alan Bastille Hapisanesi’ne gerçekleşen baskın tarihteki yüzlerce benzerinden farklı bir yere konumlandı. Devamında yaşanan gelişmeler bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını gösterecekti. Zira bu bir devrimdi. Tarihçi Fernand Braudel, bu büyük olayı Fransızların sevdiği gibi kahramanlık hikâyeleriyle değil de ekonomik, toplumsal ve tabii coğrafi gerekçeleriyle açıklıyor.

İdamlar, terör günleri, oluk oluk akan kanlar ve ardından gelen özgürlük. Fikir beyan etme özgürlüğü, basın özgürlüğü ve bunun gibi çeşitlendirebileceğiniz daha pek çok özgürlüğe sımsıkı bağlı bir toplum nasıl oluştu? Bunun cevabı hem monarşi döneminin baskılarında hem de aslında bir nevi Fransızların karakterinde gizliydi. Öyle ya her devirde en absürt, en provokatif ve rahatsız edici fikirler buradan çıkmasa bile Fransa’da karşılık bulmuştu. Charles de Gaulle gibi muhafazakar ve muzaffer bir lider, onunla taban tabana zır bir görüşü sarf eden Jean-Paul Sartre’ın fikir özgürlüğüne vurgu yapabilecekti.

Paris’in Quartier Latin bölgesindeki Pantheon, kentin en büyük kilisesi olması amacıyla yapımına başlanmış fakat Fransız Devrimi’nden sonra tamamlanınca bir dini yapı olarak değil de Fransız düşünce hayatı ve kültürüne katkı sunanların ebedi istirahatgahı olarak kullanıldı.

Montesquieu, Diderot, Rousseau

Fernand Braudel kitabının ‘Bir Başarı Hikâyesi’ adlı uzun bölümünde devrimin öncesini sonrasını yarattığı toplumsal değişimi ve eğitimin bu noktada oynadığı rolü hiç sıkmayan uslubuyla anlatıyor. Devrimle birlikte yüzde 10’lardan yüzde 100’e çıkan okuma-yazma oranı, açılan yeni eğitim kurumları ve buralardan yetişen kuşaklar bugünkü “Fransa Kimliği”ni yarattı. Tabii modern Fransa’nın kurucu babaları Montesquieu, Diderot, Rousseau ve Victor Hugo gibi isimleri de unutmadan. O miras Fransa Kimliği’ni İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımına rağmen 1945 sonrasının yıkıntılarından da ülkeyi ayağa kaldıracaktı.

Gençliğinde Nazilerin toplama kampında esir düşen, savaşın yıkımını ve sonrasındaki hem toplumsal hem ekonomik ayağa kalkma çabalarına tanıklık eden Fernand Braudel 1985 yılında 83 yaşında hayata veda etti. Dolayısıyla internet çağını, mülteci sorununu ve 2. Dünya Savaşı sonrası “bir daha olmaz” denilen aşırı sağın yükselişini görmedi. Ancak 1945 sonrası Fransa’nın ekonomik olarak yeniden ayağa kalkma çabasını, özellikle Arap ve Afrikalı göçmenlerle sağlanan iş gücünü bu esnada da kaptırdığı “süper güç” özelliğini ele almayı ihmal etmemiş.

Louvre Müzesi günümüzde dünyanın en büyük sanat koleksiyonuna evsahipliği yapmasının yanı sıra aynı zamanda dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi konumunda.

Nedir bu Fransız kültürü?

Fransa 2. Dünya Savaşı sonrası tıpkı bir zamanların düşmanı sonranın sıkı müttefiği gibi “süper güç” kimliğini kaybetti. Ancak Fransız kültürü havalı ve arzu edilen bir şey olmayı sürdürdü. Edebiyatı, müziği, mimarisi, mutfağı ve Paris’i ile Fransa popüler olmayı sürdürdü. Evet, ekonomisi eskiye göre zayıftı ama yine de artan Amerikan popülaritesine en büyük alternatif de Fransız kültürüydü. Bu durum Braudel’in de gözünden kaçmayacaktı. Nasıl kaçabilirdi? Paris’in bizzat kendisi, Louvre Müzesi, Şanzelize, Edith Piaf, Charles Aznavour, Alain Delon, Brigitte Bardot, Catherine Deneuve, Coco Chanel ve günümüzde Zinedine Zidane ekonomik ve politik gücünü yitirse de Fransa’nın dünya çapındaki kültürel süper gücünün önemli figürleri olmayı sürdürüyor

Aslında iki farklı kitaptan oluşan eserin son bölümü bugün otobanları kapatan hatta Paris’in orta yerine gübre döken köylülere ve onların üretimine ayrılmış durumda. Bugün de Avrupa Birliği’nin en önemli tarım ülkelerinden biri konumundaki Fransa’nın köylüler, sanayisi, ekonomisi ve tüm bunların zaman içerisindeki dönüşümüne yönelik tahliller bu hacimli kitabın sayfalarında yer alıyor.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Napoleon’un da anıt mezarının bulunduğu Les Invalides’de düzenlenen cenaze töreninde Charles Aznavour’un tabutu önünde saygı duruşunda bulunuyor.

Herkese hitap edebilen bir başyapıt

Bir ulusun sadece kronolojik düzlemde tarihini anlatmak yerine onu var eden unsurları da inceleyen bu başyapıt sonrasında farklı tarihçiler farklı uluslar için benzer metodolojiyi uygulayıp eserler ortaya çıkarmaya başladı. Tabii bahsettiğimi “Kısa Rusya Tarihi” ya da “Kısa İtalya Tarihi” gibi kitaplar değil. Zira o tip ansiklopedik bilgilere dayalı kitaplar genelde tarihsel olayları kronolojik bir çerçevede okura sunmakla yetiniyor. ‘Fransa’nın Kimliği’ni ve dolayısıyla da Fernand Braudel’i onlardan ayıran ise hem metodolojisi hem de yaptığı tahlillerin gücü ve geçerliliği.

Dolayısıyla Alfa Yayınları’ndan çıkan ‘Fransa’nın Tarihi’ sadece bir ülke tarihi değil, bir kıtanın hatta kültürün tarihi olma özelliği de taşıyor. Ayrıntılı indeksiyle 983 sayfalık bu hacimli başyapıtın akademisyenler kadar amatör tarihçilere de pek âlâ hitap ettiğini de vurgulamakta fayda var. Tıpkı diğer tüm Fernand Braudel kitapları gibi…

Terra Alta: Bir Javier Cercas polisiyesi