Ferzan Özpetek denince akla ilk olarak sinema geliyor elbette. 1997’de ‘Hamam’ filmiyle sinemaya merhaba diyen yönetmen kariyerine ‘Harem Suare’, ‘Cahil Periler’i ‘Karşı Pencere’, ‘Kutsal Yürek’, ‘Şahane Misafir’ gibi filmleri sığdırdı. 1997’den beri yaşadığı İtalya başta olmak üzere Avrupa’nın pek çok ülkesinde filmleri gösterildi, ödüller aldı.
Takvimler 2014’ü gösterirken Özpetek rotasını edebiyata kırmış, daha sonra sinemaya da uyarlanan ‘İstanbul Kırmızısı’ romanını yazmıştı. Edebiyatla bağı bununla da sınırlı kalmadı, ‘Sen Benim Hayatımsın’ ve ‘Bir Nefes Gibi’ romanları da geldi. Ve şimdi son romanından dört yıl sonra, yönetmen bir kez daha rotasını edebiyata kırıyor, yeni romanı ‘Saklı Yürek’ ile okurun karşısına çıkıyor. İlk olarak İtalya’da yayımlanan roman Neval Barlas’ın çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlanıyor. Kitabı okumak için takvimler Haziran ayının ilk haftasına işaretlenebilir.
Özpetek’in alametifarikaları: Roma, geçmiş ve bugün
Özpetek sinemasına ve edebiyatına aşina okurları hiç de şaşırtmayacağı üzere bir kere daha Roma’dayız. Yazar okuru, geçmiş anılarla dolu görkemli bir ev, yıllarca kilitli kalmış bir oda, şaşırtıcı bir tablo koleksiyonu, aniden kesilen tutkulu bir aşk hikayesinin peşinden götürüyor. Merkezine bir kere daha kadınları alıyor. Bu kez farklı zaman ve mekânlarda yaşayan, her engeli aşarak birbirleriyle konuşmaktan vazgeçmeyen iki kadının ve onları buluşturan büyük sırrın hikâyesine ortak oluyor okur.
Orijinal adı ‘Cuore Nascosto’ olan roman İtalya’da eleştirmenler tarafından “Şimdiden film tadında” yorumuyla karşılandı. Ayrıca Özpetek İtalya’da verdiği bir demeçte romanın iki kadın kahramanı Alice ve Irene’nin hikayesinin ilham kaynağının yönetmenin teyzesinin bir anektodundan ilham aldığını da söyledi.
Kitaptan tadımlık bir bölüm ise şöyle:
6 Ağustos 1978. O gün, yaz ortası olmasına rağmen tuhaf bir şekilde yağmur hiç dinmemişti. Alice mutfağa sığınmıştı, o saatte annesi ya da erkek kardeşi Gaetano tarafından rahatsız edilmeden rahatça hayal kurabilirdi. Adelaide, altı yaşındaki bir kız çocuğunun kardeşiyle oynamak ya da televizyon seyretmek yerine saatlerce hiçbir şey yapmadan, dalgın bakışlarla sakin sakin oturmasını anlayamıyordu. Kızı onu endişelendiriyordu: Aklından ne geçtiğiyle ilgili en ufak bir fikri yoktu. Üstelik sakarın tekiydi de! Şapşallıklarına bakılırsa pek akıllı da sayılmazdı.
Alice tavandaki bir rutubet lekesini fark etti ve büyülenmiş gibi bakakaldı: Uçan bir ejderhaya benziyordu. Uçan, iyi kalpli bir ejderha olduğuna karar verdi. Başkalarına anlamsız gelen şeyler üzerine kafa yormak gibi bir alışkanlığı vardı. O hayalî yaratığın sırtında, altın rengi bulutlar ve gökkuşakları arasında uçtuğunu hayal etti; ama bu eğlence de kısa sürdü. Öğle sonrası bir türlü geçmek bilmiyordu.
Birdenbire yağmur durmuş, bulutları toz misali süpüren sıcak bir rüzgâr çıkmış ve güneş sanki hiç gitme- miş gibi yeniden her şeyi aydınlatmaya başlamıştı. Alice oturduğu köşeden, oluktan akan su damlacıklarının içinden geçen güneş ışığının yansımalarını ağzı açık izliyordu. O sırada bir kadının bağırdığını duydu:
“Hey millet! Kimse yok mu?”
Aniden gelen misafir, günün tekdüzeliğini kırmıştı fakat sonradan düşündüğünde bu da garip geldi çünkü Filangeri ailesinin pek misafiri olmazdı, hele de beklenmedik bir misafiri hiç! Terzilik yapan, çoğunlukla sökük ve yırtıklarını dikerek eski kıyafetleri yenileyen Adelaide evden çalışırdı fakat müşterileri mutlaka önce telefon edip gelirlerdi. O anda bir dikişle meşguldü ve birinin dışarıdan ona seslendiğini hemen duymadı. Kapı zili aylardır bozuktu. Kapıyı açtığında bir süre sessiz kaldı – ki bu, onun gibi geveze biri için hiç alışıldık bir durum değildi.
Kapının eşiğinde, rengârenk çiçekli bir elbise giymiş, koyu siyah kalem çektiği yeşil gözleri kısa kâkülüyle daha da öne çıkan alımlı bir kadın duruyordu. Küt kesimli kuzguni siyah saçları ve iri altın küpeleri rüzgârda savruluyordu.