Alan Ingram Cope, hayat yürüyüşünün çok başlarında, güzergâhını arayan bir gençti. Devleti onu askere çağırdı, kısa süreli bir eğitimden geçti ve 2. Dünya Savaşı’nın bitmesine yakın bir zamanda Avrupa’ya yollandı.
Kendisi bu durumu şöyle açıklıyordu: ‘18 yaşındayken Sam Amca, Adolf adında bir adamla savaşa gitmek için sırtıma bir üniforma geçirmek istediğini söyledi bana. Yaptığım buydu işte.”
Görev süresi zarfında daha önce araba sürmeyi bile bilmezken koca tanka hükmetmeyi öğrendi, sonrasında 19 Şubat 1945’te Fransa topraklarına ayakbastı. Bu onun için hayatında yepyeni bir pencerenin açılması demekti. Koca bir savaşın geride bıraktığı izlerde, yıkımın binalar ve insanlar üzerinde yaptığı tahribatlar arasında dolaşıyordu. Bu aslında onun için hem mimari hem de kültürel açıdan farklı bir dokuya sahip Avrupa kıtasında gündelik bir tur gibiydi, farklı olarak üzerinde bir üniforma vardı ve yolculuğu genelde tankla ya da ciple gerçekleşiyordu.
Bu süreç içinde din görevlilerine yardım etti, birçok Alman tanıdı (ki bazıları Nazizme sempati beslemişlerdi), sanatçı dostlar edindi (özellikle müzisyenler), onlar sayesinde bu bambaşka bulduğu coğrafyayı ve insan tipolojisi sevdi, savaş sonrası bir müddet resmi görevle Almanya’da da çalıştı ve ülkesine döndü. Fakat ABD’de tutunamadı ve yeniden artık barışın hâkim olduğu Avrupa’ya hayatının sonuna kadar yaşamak üzere bir daha adım attı.
Yol sorarken başlayan dostluk…
‘Alan’ın Savaşı’ (‘Le Guerre d’Alan’) yukarıda bahsettiğim sularda dolaşan bir grafik roman. O zamanlar genç bir çizer olan Emmanuel Guibert, 1994’te ilk defa ayak bastığı Ré Adası’nda (Atlantik kıyısında, La Rochelle yakınlarında bir ada) şans eseri yol sorarken yaşlı bir Amerikalıya rastlamıştı. Bu durum daha sonra kökleri zaman içinde güçlenecek bir dostluğa dönüştü.
2. Dünya Savaşı’nda yer almış bu yaşlı adamın anlatım gücü ve anıları Guibert’i etkiledi. Alan I. Cope adlı bu yaşayan hafızanın dimağında biriktirdiklerini sadece kendisine saklamaması gerektiğini düşündü ve yaşlı askerin anılarından bir grafik roman yapmaya karar verdi.
Anlattıklarını kaydetti, kendisinin de ifade ettiği üzere zamanı israf etmeden birlikte birçok şeyi paylaştılar; bir yandan hatıralar ortaya dökülür öte yandan iki farklı kuşaktan insanın dostluğu perçinlendi. Ve nihayetinde orijinali 2012’de basılan kitap ortaya çıktı. Söz konusu çalışma yakın bir zaman önce Metin Yetkin’in çevirisiyle Karakarga Yayınları tarafından bizde de basıldı.
Pearl Harbor, Iwo Jima, Stalingrad, Normandiya vs. yok bu kitapta
Bu, özellikle görsel açısından çok yetkin olan çaba, insanı klasik bir grafik romanın ötesine götürerek farklı duygularla buluşturuyor. Bir kere kitap yaklaşık 300 sayfalık bir hacme sahip. Üstelik yazısı bol ve gerçekten öyle bir çırpıda okunacak bir yapıt değil. Ayırdığınız zaman açısından neredeyse bir roman okuyormuş gibi oluyorsunuz.
Öte yandan adı ‘Alan’ın Savaşı’ olmasına karşın koca kitap boyunca aslında savaşın kendisinde değil bıraktığı izlerde dolaşıyorsunuz. Çocuk yaştaki bir Alman askerinin yanlışlıkla kendi tankı tarafından ezilmesinden başka yaşanan dehşetin izlerinin bizatihi sayfalara taşındığı bölümler neredeyse hiç yok. Hele hele 2. Dünya Savaşı dendiğinde akla gelen Pearl Harbor, Iwo Jima, Stalingrad, Normandiya çıkarması vs. türü cephe görüntüleri de sayfalarda yankısını bulmamış.
Emmanuel Guibert imzalı bu çok özel derleme aslında savaş dolayısıyla Avrupa’yı tanımış ve sevmiş, daha sonra da yaşadığı toprakları terk edip buraya yerleşmiş ve Camus’nün ‘Yabancı’sı türü bir varoluşçu karakterin arayışlarının ve kendine bir rota çizme çabalarının yansıması gibi geldi bana.
Mütevazı bir kuşağın yansıması
Öte yandan kitap boyunca Alan’la kimi noktalarda yolları kesişen ve eşcinsel kimliklerini tam olarak üzerine geçirmekte zorlanmış karakterlerin hikâyeye eklemleri tam oturmamış sanki. Belki metin okur olarak bizi şu noktaya taşımak istiyor diye düşündüm; başlarda dini yanları yüksek biri olarak huzurlarımıza gelen Alan, bu cephede her daim özgürlükçü bir tavır sergilemeyi bildi. Bu arada kitabın şu konuda da gri bölgelerde dolaştığına kanaat getirdim; ana karakterin Amerika’yı terk edişinde daha derin ve sert bir nefret ya da gerekçe olmalı, bize nakledildiği haliyle sanki turist olarak gidilmiş ve beğenilmiş, sonradan da oraya yerleşilmesine karar verilmiş bir yer gibi duruyor Avrupa.
Cope’un, özgür ruhları ve tarzlarıyla dönemine damga vurmuş birçok yazar-çizer ve sanatçıyla (Ezra Pound, Henry Miller ve Octavio Paz gibi) ilişkisi de bu okunması zevkli grafik romanın çekici yanlarındandı.
Alan’ın sade, kendini ön plana çıkarmayan kişiliğini de aslında mütevazı bir kuşağın uzantısı olarak ele almak gerekiyor sanırım. Hem bu profil hem de anlatısını savaşın sonlarında kuran öykü, özellikle Amerikan sineması yoluyla sunulan ‘kahraman asker’ mitine de ters düşen bir çizgide ilerliyor. Bu metni basit bir erin biyografik yolculuğu olarak kabul edebiliriz lakin kitabı ilişkin dışarıda çıkmış kimi yorumlara baktığımda ‘Nazi zulmü’ne ve toplama kamplarına ilişkin o koca hacim içinde hiçbir vurgunun olmamasının altının çizildiğini gördüm; doğrusu bu eleştiriye ben de katılıyorum.
Iskalanan hayatlar…
‘Alan’ın Savaşı’nın satır aralarında beliren ilginç yanlarına göz atarsak mesela Cope’un belli bir yaşa geldiğinde “Olduğum kişinin hayatını yaşamamıştım. Olmam istenilen kişinin hayatını yaşamıştım” cümleleri eşliğinde yaptığı hesaplaşma son derece kayda değerdi. Benzer bir hesaplaşmayı da insanlığın genel gidişatına ve kendisinin bu trafikteki yerine dair yapıyordu Alan: “Birçok yönünü sevmeme karşın içinde bulunduğum medeniyetin giderek karşısında oluyordum. Aynı zamanda hayatımı ıskaladığımı, insan türünün de hayatını ıskaladığını anladım. Neredeyse aynı sebepler uğruna: Akıl ve sömürülmemiş sanatsal zevkler. Bir yığın dogma, kötü değerler ve yanlış fikirler. Hayatıyla ne yapacağını bilmemesi insanın bir tür psişik hastalığı… Felâket alışkanlıklar. Dünya nimetlerinin anlamsız israfı… Kendiyle takıntılı olarak varlığın hakiki ruhsallığına açılma yetisinin olmayışı. Tüm bu sorular hakkında aşırıya kaçan, uzlaşılmaz birine dönüştüğümü hissettim.”
‘Savaş? İşte böyle…’
Yaşlılığına doğru neredeyse tüm eski dostlarını, dünyanın neresine yayılmışlarsa fark etmez, arayan ve bulan bir kişiliği vardı onun. Bir tür sürekli geçmişin yoklayan, peşinde koşan ve nihayetinde bulan bir profil…
Kitabın sonlara doğru toparlanma ve kendisi açısından ifade edilme aşamasında ise Alan Ingram Cope “Anlatımımı nasıl adlandırabilirim?” sorusunu soruyor ve şöyle bir örnekle cevabını veriyor: “Pigmeler bir anlatıcı etrafında toplanırlar ve ona konu önerirler. Biri ‘Aşk’ der, anlatıcı da ‘Aşk? İşte böyle’ diye anlatmaya başlar. Biri ‘Kin’ der, o da ‘Kin mi? İşte böyle’ der ve ardından hikâyesini kurar. Benim anlatımını da ‘Savaş? İşte böyle’ diye adlandırabiliriz.”
Kitabı görmeden aramızdan ayrılmış
İşin trajik olan yanı ise şuydu; Emmanuel Guibert metni, taslakları, çizimleri Cope’a göstermiş ya da göndermiş lakin 1998’de yakalandığı hastalık onu bir yıl sonra aramızdan almış. Yani Alan Ingram Cope, ne yazık ki anılarından uyarlanan bu yapıtı göremeden hayata veda etmiş.
Sonuç itibariyle daha önceden ‘Fotoğrafçı’ adlı çalışması da Karakarga’dan yayımlanan Guibert’in bu etkileyici biyografik grafik romanı ilgiyi hak eden bir çaba, naçizane öneririm…