Fransız yazar Marie NDiaye’nin ‘İntikam Benimdir’in kahramanı, Bordeaux’da serbest avukatlık yapan, çevresindekilerin beğenisini kazanmış, sessiz, 40’lı yaşlarının başında bekar bir kadın olan Avukat Susane. Çevresi geniş gibi görünmekle birlikte yakınlardaki bir banliyö kasabasında yaşayan anne ve babası, eski erkek arkadaşı Rudy ve Afrikalı hizmetçisi Sharon dışında kimseyle yakın ilişkisi yok.
Av. Susanne’ın tekdüze hayatını değiştiren olaylar zinciri Gilles Principaux adlı bir adamın bürosuna gelmesiyle başlıyor. Üç küçük çocuğunu banyoda boğduğunu itiraf eden karısı Maryline’i savunması için gelmiştir adam. Gazetelerde büyük yer kaplayan, toplumun tepkisini de çeken böyle bir davanın kendisi gibi tanınmamış bir avukata verilmesi Av. Susanne için şaşırtıcıdır. Ama asıl şaşırtıcı olan Gilles Principaux’un onda -belli belirsiz- eski bir anıyı canlandırmasıdır.
Adı ‘İntikam Benimdir’ ama ne polisiye ne suç romanı
Önce romanın adı, ardından bir cinayet davasıyla başlaması ‘İntikam Benimdir’in polisiye türde yazıldığını düşündürebilir. Üstelik baştan sona gizemli bir atmosfer de var. Ancak bu ne bir polisiye, hatta ne de bir suç romanı.
Üç kolda ilerliyor hikaye. Birincisi korkunç ve korkunç derecede gerçek; görünüşte mutluluk tablosu çizen burjuva bir ailenin trajedisi. Evlenerek sınıf atlamış bir kadının, çocuklarına ihtimam gösterdiği herkesçe bilinen bir annenin bir gün ansızın üç çocuğunu taammüden öldürmesi.
İkincisi anlaşılması zor, buğulu ve belki de sadece hayal ürünü; Av. Susane’ın 30 yıl önce, 10 yaşında bir kızken, annesinin temizliğe gittiği zengin bir ailenin oğlunun odasında neler yaşadığı. Aslında başına kötü bir şey gelmediğini, o gün orada yaşananların şimdiki Av. Susane kişiliğinin tohumlarını attığını düşünse de ne olduğunu bir türlü çıkaramıyor.
Üçüncü bir vaka daha var; kocası ve çocuklarıyla Afrika’dan gelen hizmetçisi Sharon’un kayıp belgelerini bularak oturma belgesini almasını sağlamak. Ancak hizmetinde hiç kusur bulmadığı Sharon’un kendisine karşı dürüst olup olmadığından yine hiç emin değil.
Bu üçlü gizem kahramanımızın iç dünyasını alt üst edecek Av. Susane’ın benlik duygusunun yavaş yavaş çözülmesine yol açan soruları tetikleyecektir. Şu soruya saplanıp kalmıştır; “Ama kimdi Principaux onun için?”
Travma ve inkar
‘İntikam Benimdir’in pek çok can alıcı tema barındırdığını söylemiştim. Kimlik ve aidiyet meselesine öncelik vermek NDiaye’i tanımak açısından iyi bir başlangıç noktası. Hikayede alt orta sınıftan çıkıp büyük çabalarla eğitimini tamamlayan ve sınıf atlamayı başaran Av. Susane ile ev işlerine gelen Afrikalı Sharon arasındaki gerilimli ilişki önemli bir yer tutuyor.
Ancak bu temayı Ndiaye’nin kökenine bağlamak hep yapılan bir hatayı tekrarlamak olur. Zira Afrika kökenli siyahi bir kadın yazar olması nedeniyle kariyeri boyunca romanlarının Afrikalı kimliğine ya da sömürgecilik sonrası yazınsal geleneklere bağlanması, buna ek olarak Fransız yazar değil de Fransızca konuşan bir yazar olarak sınıflandırılmaya çalışılması Marie Ndiyae’nin şiddetle red ettiği bir durum.
NDiaye, kendisini Fransız olarak tanımlıyor, Fransa’yı Fransa yapan ‘evrensel’ değerlerle gurur duyduğunu söylüyor ve Fransız sağ kanadının ırkçı politikalarına karşı duruyor. Nitekim 2009’da Fransa’nın edebiyat alanındaki en büyük ödülü olan Goncourt’u kazanan ilk siyah kadın yazar olarak ilan edildiğinde, ‘siyah kadın’ nitelemesine “hiçbir şeyi veya kimseyi temsil etmiyorum” sözleriyle tepkisini göstermişti.
Tekrar romana dönecek olursak, gerçekten de kimlik meselesinde ırksal vurgu çok önemsiz. Bunu yerine sınıfsallığı öne çıkarmış. Av. Susane’in ya da çocuklarını öldüren Marline’in alt orta sınıftan gelip farklı bir sınıfa katılmalarından kaynaklanan aşağılık kompleksi, Maryline ile kocası arasındaki güç farkı, sonuçta kendilerini gerçekleştirme konusundaki edilgenlikleri pek çok farklı meseleye de açılabilecek potansiyele sahip. Mesela tüketim kültürüne, metaların yaydığı imajlara, evlilik kurumuna, kadın erkek ilişkilerindeki eşitsizliğe…
Yazar Marie NDiaye bu yıl festivallerde gösterilen ‘Saint Omer’ filminin senaristleri arasında
Belirsizliği seviyor
Çocukların katli ve katliamın nedenleri başlıbaşına bu romanı çarpıcı kılmaya yeterliydi aslında. NDiaye, konuyu çarpıcılık olsun diye kullanmamış. Kadının ve adamın monologlarıyla hakikatin farklı görünümlerini sunarken kendi düşüncesini ortaya koymuyor ama okuyucuyu, vicdanları rahatsız eden bu olayı bir kenara bırakıp kadın ve erkeğin evlilikte rolleri ve yine güç ilişkileri üzerine düşünmeye zorluyor.
Farklı, daha doğrusu çoklu okumalara açık bir roman ‘İntikam Benimdir’. Anlatı yapısı Proust’a kadar uzatılıp modernist edebiyatlara bağlanabilir. Roman kahramanlarının neleri simgelediği, yabancılaşmalarının nedenleri de -hepsi de haklı bulunabilecek- pek çok yoruma açık.
Nidaye, belirsizliği sevdiğini söyleyerek açıklamış tutumunu. Belirsizliği seviyor ve karakterlerine yakınlaşsa bile onları netleştirmiyor. Belirsizliklerle dolu hikayede sis perdesi en çok Av. Susane’ın çocukluk anılarının üzerini örtmüş. Kimilerine göre Elena Ferrante’nin kısa romanlarını ya da Patricia Highsmith’in eserinin psikolojik zenginliğini hatırlatan bir anlatım tarzıyla NDiaye’nin göstermek istediği, geçmişteki travmatik yaşanmışlıkların bireyin hissetme ve bilme kapasitesine yaptığı etkiler.
Romandaki temaları tespit etmek de karakterlerinin kimliklerini netleştirmek kadar zor. Travma ve bellek, sınıfsal kaygılar, yalnızlık ve ötekilik, ev hayatının kadınlar açısından ifade ettiği kölelik, ebeveynlerle çocukları arasındaki kopukluk ya da sınıf, ırk, cinsiyet ve kültürün gündelik hayata yaptığı etkileri tartışabiliriz.
Temaları çarpıcı kılan onların hikayeye insan zihnindeki karşılıklarıyla, psikolojik yoğunluklarla, bireyin iç dünyasına nüfuz edilerek katılmasında. Yakın üçüncü şahıs bakış açısını kullanması iç yaşantıların karanlığını ve gizemini vurgulamak açısından iyi bir seçim. Böyle bir bakış açısı tekniği ile olayların insanlarda bıraktığı izlenimlerle ilgileniyor, duygusal hezeyanları yakalıyor NDiaye.
Asıl soru: Biz kimiz?
Çocuk cinayetlerinin, kendi geçmişinin ya da Sharon’ın başından geçenlerin gerçeğini süren Av. Susane’nın yıpranan psikolojik durumunu daha iyi sergileyebilmek için anlatısını çarpıtmış. Anlatıcının müdahaleci açıklamaları, çok sayıda bağlaç ve ani paragraf sonları kadının çözülüşünün belirtilerini çok iyi yansıtıyor. Buna Susane’nın çevresindekilerin benliklerini ve egolarını inşa ettikleri kırılgan zeminlerin çöküşünü de ekleyelim.
Av. Susane’nın düşüncelerinin ve algılarının içinde kilitli kalıyoruz. Susane’nın ilk başta gelişigüzel gibi görünen düşünceler sonunda bir düzene kavuşacak ve işte o zaman doğru soruyu bulacağız. Asıl soru “Kimdir Gilles Principaux” değil Av Susane’nın kim olduğudur. Kendimize sormamız gereken de budur; kim olduğumuz…
12 yaşında yazmaya başladı
Marie NDiaye, 1967’de Fransız bir anne ve Senegalli bir babanın ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Ancak babası o henüz bir yaşındayken Senegal’e döndü. Marie ve abisini biyoloji öğretmenliği yapan annesi tek başına yetiştirecekti. Paris yakınlarında, orta sınıfların tercih ettiği bir banliyöde yaşadılar. Annesinin kütüphanesinden bulduğu Marcel Proust ve Joyce Carol Oates sayesinde erken yaşta edebiyatla tanışan NDiaye, 12 yaşındayken “normal hayata uyumsuzluğunu kabul edilebilir kılmanın” bir yolu olarak yazmaya başladı.
Lise sondayken -17 yaşındaydı- kaleme aldığı ilk romanı ‘Quant au riche avenir’ (1985) yayımlandığında eleştirmenlerin büyük övgüsünü topladı. 1988’de yayımlanan ikinci romanı ‘Comédie classique’ tek bir cümleden oluşan 200 sayfalık bir kitaptı ve NDiaye okuyucuları bir kez daha şaşırtmıştı. Bundan sonrası başarılarla dolu bir kariyer; 2009’da Prix Goncourt’u kazandı, 2013’te Man Booker Uluslararası Ödülü’ne aday gösterildi ve aralarında Fransa’da en çok satanlar arasında yer alan romanların da bulunduğu çok sayıda esere imza attı; romanlar, oyunlar, deneme kitapları, çocuk romanları ve senaryolar… Bir ekleme yapalım; Marie Ndiaye’nin abisi Pap Ndiaye, Fransa’nın -ilk siyahi- eğitim bakanı.