‘Büyük Dalga’nın ressamı Katsushika Hokusai’nin hayatından bir kesit, bu hafta sahnede olacak. ‘Hokusai’nin Hayatı’ özel performans türü ‘geibu’ ve canlı projeksiyonla karşımıza çıkmadan önce sözü eserin yaratıcısı Katsumi Sakakura'ya bırakıyoruz.

Tüm dünyada başta ‘Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga’ adlı eseri olmak üzere özel bir teknik ve duygu yoğunluğuyla yarattığı resimleriyle tanınır, Japon ressam Hokusai. 18’inci yüzyılda, Japonya’nın Edo döneminde yaşayan Katsushika Hokusai çocukluğundan öldüğü 88. yaşına kadar neredeyse durmaksızın üretmiş bir ‘dahi’. Zihin dünyasındaki yumaklar ve yaşamının -özellikle eşini kaybetmesiyle gelen- zorlu yollarını tuvale özellikle yansıtmış bir ressam.

Büyük ressamın hayatının en sert dönemlerini ve iç dünyasında olup biteni alışılmışın dışında bir performans diliyle izleyeceğiz: ‘The Life of Hokusai/Hokusai’nin Hayatı’. Performans, 1963 doğumlu Japon sanatçı Katsumi Sakakura’nın imzasını taşıyor. Karateyle başladığı performans kariyerine kendi yaratımı olan ve Japon kültüründen beslenen özgün bir performans sanatı olan ‘geibu’ ile devam ediyor, Sakakura. Kendisi aynı zamanda ‘Japon cool’luğu (Japanese cool) kavramının da yaratıcısı.

Yaratıcısı (bestecisi, koreografı ve oyuncusu) olduğu ‘Hokusai’nin Hayatı’nda ise ‘dahi ressamın’ iç çatışmalarını geibu ve canlı projeksiyon eşliğinde anlatacak. Gösteride ünlü ressamı Katsumi Sakakura, kızı Oie’yi çağdaş bale dansçısı Karin Kato, eşi Okoto’yu ise opera sanatçısı ve oyuncu Yasko Fujii canlandırıyor.

Hokusai’nin ve bu gösterinin hayatını değiştirdiğini söyleyen Katsumi Sakakura, gösterim öncesi sorularımızı yanıtladı.

Katsushika Hokusai dünya çapında bilinen bir ressam. Peki Hokusai ve eserleri sizin hayatınızda kişisel olarak nasıl yankı buluyor? Sanatçıyla ne tür bir bağınız var?
– Hokusai ile olan bağım benzersiz, onunla karşılaşmam hayatımı değiştirdi. Öte yandan onunla aramda ‘hiçbir şey’ yok. ‘Büyük Dalga’yı resmeden Katsushika Hokusai, dünya çapında tanınan bir sanatçı. Ancak Japonlar bile onun hayatıyla ilgili pek bir şey bilmiyor. Hokusai, resim yaparken kendini tamamen işine kaptıran, yemek yemeyi bile unutan bir adamdı. İnsanlarla iletişim kurmada zayıftı. Alkol tüketemezdi. Bunun yerine tatlıları çok severdi, özellikle de daifuku’ya bayılırdı. Sigara içmezdi. Sayılarla arası çok kötüydü ve paraya tamamen ilgisizdi, bu yüzden ne kadar resim satarsa satsın yoksul kalmaya devam etti. Tek bir şeye odaklanan çok güçlü ve takıntılı bir kişiliği vardı. Böcekleri, çiçekleri ve hayvanları severdi. Ejderhalara bayılırdı.

Çok şaşırtıcı şekilde, Hokusai’nin bu özelliklerinin hepsi benimle tamamen aynı. Dönüm noktası, Hokusai’nin eşi Kohato’nun, evliliklerinin 29’uncu yılında aniden ölmesi oldu. ‘Hokusai’nin Hayatı’nı yapmaya başladığımda ben de eşimle 29 yıldır evliydim. Eşim aniden hastalandı ve ölümle yüz yüze geldi. Neyse ki altı saatlik bir ameliyat sayesinde eşim şimdi iyi durumda ama Edo döneminde olsa kesinlikle ölürdü.

– Hayat çizginizde benzerlikler keşfetmişsiniz ilk olarak yani…
– Evet, Hokusai ile olan bu benzerlikleri keşfettiğim anda, her şeyin (Hokusai’nin hisleri, Hokusai’nin resimlerine gizlenen sırlar, benim misyonum, vs.) bağlantılı olduğunu anladım. Artık kendimle Hokusai arasında bir fark göremez oldum. Tabii ki, aklım 200 yıl önceki dahi sanatçı olmadığımı idrak ediyor. Ancak zihnim kendimi Hokusai ile eşitledi.
Bu nedenle, ben kendim Hokusai olduğum için, onunla aramda ‘hiçbir şey’ olmadığını hissediyorum. Bazen Hokusai’nin resimleri hakkında sanki benimmişler gibi konuşmaya başlıyorum, sonra da utanıyorum.

‘Hokusai’in Hayatı’ adlı sahne performansı hayatım boyunca değer vereceğim bir eser haline geldi. Hokusai, 90 yaşında ‘Ejderhanın Üzerindeki Fuji’ adlı parlak ve zarif başyapıtını resmetti ve sonra öldü. Ben de 90 yaşına geldiğimde, o dönemde nasıl göründüğünü gerçeğe uygun bir şekilde yeniden yaratacak bir performans sergilemek istiyorum. Hokusai’nin 90 yaşına kadar bir sanatçı olarak yaşadığı gibi, ben de performans sergilemeyi ve onun mesajını iletmeyi hayatımın amacı yapmak istiyorum.

– Peki sizi bu performansı yaratmaya götüren asıl motivasyon neydi? Projeye hangi heyecanla başladınız?
– Başlangıçta geleneksel Japon kültürünün güzelliğini performans yoluyla aktarmak için çalıştım. Geleneksel Japon kültürü dışarıdan çok güzel, ama aktarmak istediğim içindeki maneviyat. Hokusai’nin eserleri tam da böyle. Resimleri güçlü, eğlenceli ve görsel olarak müthiş. Ancak Hokusai, o resimlere güçlü bir mesaj koymuş. Hokusai’nin mesajının; ülke, kültür, dil veya dinden bağımsız olarak tüm insanlık için evrensel olduğunu fark ettim. Ve bu sahne eserini, bu mesajın dünyayla paylaşılırsa, dünyanın daha iyi bir yer olacağına inandığım için yarattım.

– Sizi en çok hangi yönleriyle etkiliyor Hokusai?
– En çok etkileyen yönü doğaya olan sevgisi. Doğayı seviyor, ona saygı duyuyor ve ondan korkuyor. Böcekleri, kurbağaları, fareleri ve diğer canlıları resmederken gerçeğe uygun, ama aynı zamanda mizah ve sevgi dolu bir yaklaşımı var. Ayrıca insanların kontrol edemeyeceği felaketlerin dehşetini de resmetti. Resimleri, doğaya olan ilgimi büyük ölçüde derinleştirdi. Üretim sürecinin COVID-19 ile çakışması da beni çok etkiledi. Tüm performanslar iptal edildi ama bunun yerine evimin etrafında günlük yürüyüşler yapmak için zamanım oldu. Evimin etrafı oldukça ağaçlık bir alandı -ki bu şehirde alışılmadık bir durum- ve birçok yabani çiçek vardı. 20 yıldan uzun süredir burada yaşıyordum ve doğayla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Her gün yeni bir keşifti. Doğaya daha yakın hissetmeyi ve ondan enerji almayı öğrendim. Hokusai’den en çok etkilendiğim kısım bu.

– Türk izleyicileri ‘Hokusai’nin Hayatı’nda sizi anlatan özgün bir hikâyeyle ne bekliyor olabilir?
– ‘Hokusai’nin Hayatı’ izleyicilerinin; Hokusai’yi, yaygın olarak bahsedildiği gibi ‘dahi bir ressam’ sınırlı terimiyle değil, bir insan olarak hissetmelerini istiyorum. O topluma uyum sağlamakta zorlanıyordu ve toplumun onu kabul ettiği tek şey ‘resim’di. Bu durumda kim olsa kendini resme verirdi. Derinlerde, ailesini çok seviyordu. Ancak Hokusai, sevdiği şeyleri yalnızca çevresindekilerin desteği ve eşinin sevgisi sayesinde resmedebildiğini fark etmemişti. Tüm bunların ortasında, eşi aniden öldü. Hokusai’nin bunu ne kadar pişmanlıkla karşıladığını resimlerinin üretim sürecini izleyerek kendim kadar iyi anlayabiliyorum. Eşi öldükten sonra bir yıl boyunca hiç resim yapamadı.

– Parçanızı tasarlarken ressamın hayatına nasıl daha derinlemesine girdiniz, odak noktalarını nasıl seçtiniz?
– ‘Hokusai’nin Hayatı’nı yaratırken, Hokusai’nin resimlerine kronolojik sırayla baktım ve resim yaparken ne düşündüğünü inceledim. Özellikle gençliğinden itibaren çokça çizdiği ejderha resimleri, duygularını çok iyi ifade ediyordu. İnce bir fırçayla çizilmiş, eşi benzeri görülmemiş derecede nazik bir ifadeye sahip ejderha. Ve gözleri, geçmiş ejderhaların yere doğru bakan bakışlarının aksine, nazikçe gökyüzüne bakıyor. Buradan Hokusai’den insanlığa sevginin, hayatın merkezinde olması gereken en önemli şey olduğuna dair güçlü bir mesaj aldım.

Elbette Hokusai’nin yaptığı güzel resimlere odaklanabilirdim ancak Hokusai’ye hayatı acılarla geçmiş bir insan olarak odaklanarak önemli bir mesaj buldum ve bu mesajı tüm dünyaya yaymanın benim görevim olduğunu fark ettim.

‘Hip hop’ı bırakıp ‘Japon coolluğunu’ keşfettim’

– Oyunda, sizin tarafınızdan yaratılmış bir performans sanatı olan geibu’yu da göreceğiz. Bu performans tarzının doğuş öyküsü nedir?
Şu an ülkem Japonya’ya ile çok gurur duyuyorum. Ama 20’lerimin başında Japonya’dan nefret ediyordum. O dönemde Amerikan hip hop kültürüne takıntılıydım, hip hop modasına uygun giyiniyor, MTV izliyor, hip hop danslarını taklit ediyor ve sadece o dansların bir araya getirilmiş kopyalarını sergileyip bunlara kendi ‘işim’ diyordum. Şu an çok utanç verici geliyor. Bir gün hayran olduğum bir hip hop dansçısı bana önemli bir tavsiye verdi: “Sıkıcı bir şey yapıyorsun. Başkalarının kültürünü neden kopyalıyorsun? Japonya’da bu kadar havalı bir kültür varken?” O an sanki bir şimşek çaktı. Ve Japon cool’luğunu (Japanese cool) keşfetmeye karar verdim. Artık kimseyi kopyalamak istemiyordum, başkalarının videolarını izlemeyi bıraktım ve kendi benzersiz ifade biçimimi aramaya başladım. Bu, içime derinlemesine bakmamla ortaya çıktı. Çocukluğumdan beri karate çalıştığım için, ifade biçimim kaçınılmaz olarak bedenimi karatedeki gibi kullanma şeklimden kaynaklandı. Sonrasında, geleneksel Japon kültüründe bulunan spiritüelliği ve Japonya’ya özgü ritimleri ekleyerek geibu’yu ortaya çıkardım.

– Geibu’nun oyundaki yeri ne peki?
– Geibu, ‘Hokusai’nin Hayatı’nda özel bir işlev taşıyor. Hokusai bir ressam. Onun resimlerini beden hareketlerimle nasıl ifade edebileceğimi araştırdım. Bu yüzden Hokusai’nin resim yapma şeklini inceleyen birinden resim yapmayı öğrendim. Hokusai’nin resimlerinin karakteristik özelliği ‘çizgileri’. İnce bir çizgi aniden kalınlaşır, sonra aniden yumuşak bir yay çizerek keskin bir dönüş yapar. Hokusai, bu yavaş ve hızlı hareketleri tek bir çizgi içinde kesintisiz olarak çizebiliyordu. Bu özel çizgiden, Hokusai’nin çizgiyi tasvir etme biçiminde bir ritim keşfettim. Bu, sanatın ifade tarzıyla tamamen örtüşüyordu. Vücut hareketlerindeki hız karatede önemlidir. Ancak aynı zamanda güçlü duraklamalar da vardır. Dövüş sanatlarındaki bu yavaş ve hızlı hareketler, Hokusai’nin resimlerindeki ritmi ifade etmek için kullanılıyor.
Tiyatroda, geleneksel Japon kültürünün güzelliğini ifade etmenin Japon dansı gibi birçok yolu zaten var. Ancak geleneksel Japon dövüş sanatlarına özgü güzelliği ve spirütelliği ifade eden başka bir performans sanatı yok. Bu anlamda geibu’nun değerli olduğuna inanıyorum.

‘Performans: Kişinin kendini minimum kontrolle ifade etmesi’

– Günümüzde performans artık medya kullanımı, mobil uygulamalar, sokak ve çeşitli sahne üstü disiplinleri gibi unsurlarla son derece zenginleşen bir kavram haline geldi. Sizin için ‘performansın’ sınırları var mı, günümüzde performans nasıl tanımlanabilir?
– Teknoloji çağında yaşıyoruz ve ifade yöntemleri sürekli olarak gelişiyor. Eğer performansın kendisi, insanların içsel ihtiyaçlarından doğan birincil ifade biçimiyse sahne, medya ve mobil uygulamalar ikincil ifade yöntemleridir. Bu yeni yöntemlerin gelecekte de artmaya devam edeceğine inanıyorum. Öte yandan, insan bedeni (kaslar, organlar ve beyin) yüz binlerce yıldır hiç değişmedi. Bu da demek oluyor ki, zaten ‘insan olmanın’ getirdiği sınırlamalar içinde yaşıyoruz. Eğer durum buysa, sınırsız bir şekilde sürekli gelişen teknolojiye kapılmam, bunun yerine sadece içimden gelen dürtüyle ‘yapma’ isteğini performansa dökerim. Bu ifade ikincil medya aracılığıyla nasıl yayılıyor? Sahne üzerinde mi sergileniyor? Videoyla mı yayılıyor? Açıkça hislerimi ifade edersem bunlarla ilgilenmiyorum. Eğer bir robot olsaydım, parçaları en son teknolojiyle değiştirir, bedenimi sürekli genişletir, ona kanatlar takar ve uçmasını sağlar, beynimi doğrudan internet ortamına bağlardım…

Performans kavramı ve tanımının, en başta teknolojik gelişmelerden ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Benim performans tanımım, ‘kendi içinden spontane olarak doğan bir arzuya verilen dürüst bir fiziksel tepki’. Günümüz performans sanatlarında ve gelecekteki performans sanatlarında bu, kişinin kendisini minimum kontrolle ifade etmesi anlamına gelir ve bunun yalnızca insanların yapabileceği bir şey olduğuna inanıyorum.

🔴‘Hokusai’nin Hayatı’ Japonya ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin tesisinin 100’üncü yıldönümü dolayısıyla ENKA Sanat ile İstanbul Fringe Festival 2024 iş birliğiyle 17 Eylül Salı, 20.30’da ENKA Oditoryumu’nda sahnelenecek.


BU HAFTA SAHNELERDE

John Malkovich-The Infernal Comedy:

Beyazperde ve sahnenin güçlü ve ünlü siması John Malkovich’in tek kişilik oyunu gerçek bir seri katil öyküsü. Sahnede bir barok orkestra, iki soprano ve bir aktör var… Ömür boyu hapis cezasından afla çıkıp yeniden kadınları öldüren ve finalde intihar eden bir katilin, ‘mezarın ötesinden’ gelen, izleyeni rahatsız etmeye kurulmuş öyküsü… 16 ve 17 Eylül’de saat 21.00’de Zorlu PSM’de.


Havva/Velhasıl Tiyatro:

Vüs’at O. Bener’in aynı adlı öyküsünden ve Irmak Zileli’nin ‘Son Bakış’ romanındaki ‘Tina’ karakterinden esinle yazılan oyun, Havva’yı orijinal öykünün aksine neşeli ve umutlu bir kadın olarak resmediyor. Sahnedeki Havva bulunduğu evdeki şiddetin-travmanın ötesinde hayata inanan gözlerle bakar dünyaya… Sinem Koşar’ın tek kişilik performansıyla. 15 Eylül Pazar, 20.30’da Taksim Ara Sahne’de.


Heybesini Çiğneyen Katır/Kadro Pa:

Yolun getirdiklerini iki kadının gözünden dinlemek ister misiniz? Sosyal medyada dünyanın dört bir yanında süren kendi yürüme deneyimini sık paylaşan koreograf Dicle Doğan’ın yönetimindeki iş, yolda olma eyleminin katmanlarını; gerek şehre ulaşan çevre yolunda gerek kendinden içeri bir üslupta haritalandırıyor. Iraz Akçam ve Simge Günsan’ın performanslarıyla… 18 Eylül Çarşamba, 20.30’da BeReZe Gösteri Evi’nde.