Onlar 55 yıllı aşkın tarihlerinde rock kültürüne isimlerini yazdırdı. Rekabet halinde olduğu Led Zeppelin ve Rolling Stones gibi gruplar arasında kendine özgü bir yer edinen progresif rock, folk rock ve hard rock türlerinde çığır açan Jethro Tull bu zengin müzikal birikimini Kod Müzik organizasyonu ve Pozitif deneyimiyle İstanbul’da yeniden kutlayacak. 23 Kasım’da Volkswagen Arena’daki konser Grammy ödüllü topluluğu dünya gözüyle görmek için bulunmaz bir fırsat olabilir.
Rock müziğe ağırlıklı olarak klasik müzikte kullanılan yan flütü dahil eden grubun solisti Ian Anderson, bu 55 yılın en önemli yapı taşlarından biri. Üstelik sadece Jehtro Tull için değil, tüm müzik tarihi için. Hemen hemen her rock dinleyicisinin arşivinde bir albümler bulunan grubun kurucusu ve solistiyle İstanbul’daki bu konserleri öncesi konuşma fırsatımız oldu. Yaşayan bir efsaneye denk gelince doğal olarak bu 55 yıllık müzikal birikime ayrı bir parantez açtık.
‘Deneysel, inatçı ve bazen yanlış anlaşılmış’
– 60 yıla yayılan bir kariyer. Gelecekte Jethro Tull’u yazacak ve tanımlayacak müzik tarihçilerine hangi ipuçlarını verebilirsiniz?
Müzik tarihçilerine birkaç anahtar kelime vermek gerekirse, “deneysel”, “inatçı” ve “bazen yanlış anlaşılmış” diyebilirim. Jethro Tull’un özünde, hep denemek, sınırları zorlamak ve biraz da alışılagelmişin dışında kalmak vardı. Biz asla bir türün içine sıkışıp kalmadık; folk, rock, blues, hatta caz ve klasik müzik bile zaman zaman tınılarımızda yer buldu. Tarihçiler belki bizi progresif rock’ın bir parçası olarak yazacak ama açıkçası bu tanımlamanın bile bizi bütünüyle açıklayıp açıklayamayacağından emin değilim. Tull’un müziği bir yolculuk gibiydi; nereye gideceğimizi biz de her zaman bilmiyorduk, ama bu, bizi tanımlayan şeydi.
– Müzik her zaman değişen bir şey oldu. Ancak son zamanlarda bu değişim, 10 yıl öncesine göre çok daha kısa bir süre içinde gerçekleşiyor. Bu hız ve bunun sonucunda ortaya çıkan prodüksiyonlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Değişimin hızı elbette kaçınılmaz ve çoğu zaman başımın döndüğünü söyleyebilirim. Ama inanın bana teknolojiyi kullanıyorum. Oyunun önünde olmasam da, arkadan takip etsem de en azından onlara yakın durmam gerek.
Teknoloji sayesinde müzik artık daha kısa sürede üretilebiliyor, daha hızlı yayılıyor ve daha çok kişiye ulaşıyor. Bu hız bazen müziğin özünü, derinliğini kaybettirdiği izlenimini uyandırıyor. Bizim zamanımızda bir albümü yapmak aylarca sürebilirdi; ince ince işlenirdi. Şimdi ise her şey biraz daha hızlı tüketim kültürüne dönmüş durumda. Elbette bu kötü bir şey değil, ama müziğin bir hikâye anlatma aracı olduğunu düşünürsek, bazen durup nefes almak ve hikâyeyi sindirmek gerekir. Bugün bu hız, bazen sanatçıların bu derinliğe ulaşamadan üretim yapmak zorunda kaldıkları bir dünya yaratıyor gibi geliyor bana.
– Rock müziğin köklerinde barok etkiler olduğu iyi bilinir. Siz bu köklere biraz da ortaçağ flüt lezzeti ekliyorsunuz. ‘RökFlöte’ albümünüzde bunu hissettiğimi söyleyebilirim. Kapak imajı ise çok daha geriye giden bir referans taşıyor. Bu açıdan 23. albümünüz hakkında ne söyleyebilirsiniz?
RökFlöte’ü yazmaya başlarken, aslında Zealot Gene’in bir uzantısı olacakmış gibi hissediyordum. Ancak, İncil’in Yeni Ahit’inden ve özellikle Hristiyanlık döneminden gelen fikirlerle derinlemesine uğraştıktan sonra, bu sefer farklı bir yöne gitmenin daha ilginç olacağını düşündüm. Daha önce hiç denemediğim bir şey yaparak, çok tanrılı inanç sistemlerini keşfetmeye karar verdim. Hinduizm, Yunan ve Roma mitolojisi ile animistik toplumlar hakkında notlar alarak okumaya başladım. Benim için yazılı kaynaklarla çalışmak, her zaman detayları anlamanın en güvenilir yolu olmuştur. Bu yolculukta, erişebildiğim en eski kaynak, 1100’lerde İzlanda’da yazıya geçirilen İskandinav paganizminin kökenleriydi. Bu metinler, İskandinav mitolojisinin yavaş yavaş sona erişinin başlangıcını temsil ediyordu.
Ancak, burada ilginç olan şey, çok tanrılı inançların aslında Orta Doğu’dan başlayarak batıya doğru yayılması ve en sonunda Almanya üzerinden İskandinavya’ya ulaşmasıydı. İnanç sistemleri değişime uğrasa da birçok tanrı figürü ve onların işlevleri, eğer birebir aynı olmasa da, dikkat çekici bir benzerlik gösteriyordu. Bu tarihsel yolculuk, benim için son derece ilgi çekiciydi. Üstelik, köklerimde İskandinav etkileri olduğu için, Roma veya Yunan mitolojisine göre İskandinav paganizmi bana daha yakın geldi. Elbette, bu ilgimin bir inanç ya da destek anlamına geldiğini düşünmeyin. Daha çok, bir zamanlar insanların değer verdiği inanç sistemlerine duyulan felsefi bir merak olarak görmek gerek.
Kapak tasarımı da bu anlatının parçası. Albümde yer alan hikayelerin bir yansıması. Çünkü anlattığım hikâyelerde bir ressam gibi resmediyorum aslında. Benim için müzik sadece kulak için değildir, aynı zamanda bir görselliği de vardır. Kapağa da yansıyor ve müzik ile görselliğin iç içe geçtiği bir iş yapmak hikâyeyi güçlendiriyor.
Çalışmalarımız sadece nostalji değil, müziğin evrimini de gösteriyor
– Milyonlarca albüm satmış bir topluluksunuz. Ancak gelinen noktada artık bunun yerini dijital platformlar aldı. Yine de plak şirketiniz 2018’de ’50 for 50′ isimli bir koleksiyon albümü yayınlandı. Buna benzer bir çalışma olacak mı?
Ah, eskiden “Hadi artık yapalım şu albümü!” dediğimizde albümü elimize almak aylar sürerdi. Şimdi çok farklı bir evren var. Bu hızı kabul ediyorum. Fakat müzik, ne kadar hızlı değişirse değişsin, duyguları ifade etme ve hikayeler anlatma gücünü koruyor.
50 for 50 Jethro Tull’un yarım yüzyıllık hikayesinin özetiydi. Benzer çalışmalar olacak mı? Evet. Zamanım kısıtlı ve yettiği kadarıyla bu tür koleksiyonlar güzel olur. Bunlar sadece nostaljiye dalmakla ilgili değil, müzikteki evrimi de gösteriyor. Plak şirketimizin bazı klasik albümlerimizi surround sound formatında yeniden miksleme projeleri üzerinde çalışıyoruz. Bu süreçte, Steven Wilson gibi yetenekli remix mühendisleriyle iş birliğimiz var ve bu heyecan verici. Ama bir an durup, “Hey sadece yola devam” diye birinin iç ses olarak seslendiğini duyuyorum. Ama dışarıdaki sesler daha yüksek.
– Gelecek dönem için yeni kayıtlar planlıyor musunuz?
Hahaha, evet! üretkenlik henüz terk etmiş değil. Artık bitmesi gerek, bir yerde durmalıyım, galiba bu kez beni terk etti desem de… Galiba üretme işinin her yıl artan rakamlardan oluşan yaşla ilgisi yok. Ama bazen o rakamlar endişelendiriyor, telaşlandırıyor. Kafamın içinde dönen melodiler ve bitmeyen fikirler varken onlardan birinden vazgeçmek istemiyorum. Bu sebeple yeni dönem için planlar bitmiyor. Şimdi bir single var… Kaydettiğimiz demolar var. Bazıları oldukça deneysel, bazıları da insanların Jethro Tull havası dediklerinden. Alışılmadık seslerle oynadığımız kayıtlar gelebilir. Fakat bunun dışında Ian olarak farklı projelerin içinde olmaya zaten devam ediyorum.
‘Eski hikayeler, efsaneler, kültürler beni hep büyüledi’
– İstanbul’a daha önce de gelmiştiniz. Bu ziyaretlerinize dair neler hatırlıyorsunuz? Şehri gezme fırsatınız oldu mu?
Beni en çok etkileyen şey, -yemeklerinizden bahsetmeme gerek yok sanırım- insanların sıcaklığı ve tarihe olan bilgileri oldu. İnsanların geçmişe duyduğu merak… Bu takdir ettiğim bir şey. Çünkü ben de müziğimde bunu taşıyorum. Eski hikayeler, efsaneler, kültürler beni hep büyüledi. Şehriniz bu anlamda eşsiz bir yer. Dolaşırken insan, zamanın katmanlarını hissediyor.
– Türkiye’de sadık bir dinleyici kitleniz var. Konser öncesinde onlara bir mesaj iletmek ister misiniz?
Bunca yılın ardından hâlâ müziğimize bağlı kalmanız, her notayı bizimle birlikte yaşamanız benim için büyük bir onur. Sizlerle çalarken, müziğimizin geçmiş ve gelecekle kurduğu köprüyü daha derinden hissediyorum. Ve sahnede güzel sürprizler planlıyoruz. 23 Kasım’da hikayemizin bir parçası olmanız için bekliyorum. Görüşmek üzere.