Birbirine her zaman dürüst olan, tutku ve hırslarına yenik düşmeyen, egosunu yeri geldiğinde bir kenara bırakan ve birbirlerine duydukları aşk bittiğinde saygı çerçevesinde ayrılmayı bilen bir çift düşünün. Kimseyi mahvetmeyen bir ayrılık, saygılı ve düzeyli tartışmalar, başka bir deyişle ayrı ya da birlikte fark etmez mutlu son. Kestik!
Kulağa çok hoş geliyor, hatta birçok insan için ideal ilişkinin tanımı bile olabilir. Peki böyle bir film izlemek ister misiniz? Cevap verelim, muhtemelen hayır. Zira kurgusal dünyalarda yaşanan aşklar, kimi zaman tanışma hikayeleri kimi zaman dillere destan aşkları bazen de ayrılıklarıyla hafızalarda kalıyor. Zaten hikaye dediğimiz şey zaten çatışmalar üzerine kurulu. Ancak bugünden, ilişkilere ve insan psikolojisine dair öğrendiğimiz şeylerden bakınca izlediğimiz birçok film, okuduğumuz pek çok kitap psikolojik şiddete varan, tarafların birbirini kırdığı, manipüle ettiği ve günün sonunda zarar verdiği ilişkilenme biçimleriyle dolu. Sonu mutlu da bitse -ki genelde öyle oluyor- tüm bu hikayeler, üzerine yeterince düşününce ne kadar zehirli(toksik) olduğunu fark ettiğimiz yapımlar olduğunu fark ediyoruz. Ancak nedendir bilinmez, toksik olduğunu bildiğimiz, kendimiz deneyimlediğimizde zarar göreceğimize emin olduğumuz çiftlerin kurgusal dünyalarda yaşadığı tutkulu aşkı ayıla bayıla izler, bir an önce kavuşmalarını isteriz. Sinema tarihi veren filmlerin zamana meydan okuduğunu, kült yapımlara dönüştüğü örneklerle dolu.
Indepentet yazarı Lois Chilton, geçen hafta kaleme aldığı yazısında aslında toksik olan ancak ancak buna rağmen çok sevilen filmleri yazdı. Filmler, anlatılan hikayeler ve karakterleri düşününce listesinde verdiği örneklere itiraz etmek pek de mümkün değil. Ancak akıllara başka bir soru geliyor. Bundan belki de 10 yıl sonra politik doğruculuk adına toksik ilişkilerin anlatılmadığı her şeyin steril olduğu ilişkileri mi izlemek isteyeceğiz? Her şeyin farkında olduğumuz, rahatsız edici olduğunu düşündüğümüz yapımlara nasıl yaklaşacağız? Toksik bir ilişkinin hikayesini izlerken içten içe tüm hatalarına rağmen esas çiftin kavuşmasını istemek bizi de toksik biri mi yapacak?
Bu yazıdan romantik ilişkiler ve aşk toksik olmalıdır önermesi çıkmayacak elbette. Sadece Hilton’un yazısından hareketle tüm toksikliğine rağmen ayıla bayıla izlediğimiz ve kuvvetle muhtemel bu zehirli yönleri nedeniyle izleyicide izler bırakan filmlere, uzak diyarlardan bir yanıt diye düşünebilirsiniz. Aşağıda bir kısmını hatırladığımız yapımların çok fazla sorunlu yönü var ancak tüm bunlar insan ilişkilerinin bir parçası. Bu nedenle toksik bir ilişki hikayesi izlerken her şeye rağmen bir çifti ya da karakteri neden bu kadar çok sevdiğinizi kendinize sorabilirsiniz. Gerçekten etkileyici bir hikaye izlemek mi sizi mutlu ediyorsa sorun yok. Ancak bu toksiklik size bir yerden tanıdık geliyorsa ya da daha fenası yeterince sorunlu gelmiyorsa bir süre aşağıdaki filmleri izlemeyi bırakıp komedi dizilerine dönmeyi size önerebiliriz. Ve kabul edelim, belki yaşarken değil ama kurgusal dünyalarda hala toksik ilişkilere düşkünüz. Bazı örneklerin peşine düştük.
Marriage Story
Noah Baumbach’ın bir çiftin boşanma hikayesini anlattığı bu film, 2019 yılına tam anlamıyla damgasını vurdu. Adam Driver ve Scarlett Johansson’un başrollerinde yer aldığı film, izleyicileri ikiye böldü; film günlerce sosyal medyanın gündemindeydi. Hikayede aldatan, ilişkisi için fedakarlık yapmayan ya da yapmak zorunda olmadığını fark eden, çocukların bakımını daha fazla üstlenen bir kadın ve erkeğin hikayesini izledik. Filmin belki de en ikonik sahnesi iki eski aşık birbirlerini ebeveynlerine benzetiyor, suçladıkları o meşhur kavga sahnesi. Kadın, erkeğe “Seni sevdiğim kadar beni sevmedin” diyor; kendi bencilliğinde kaybolmaktan artık bencilliğini fark edemediğini söylüyor, en sonunda hakaret ediyor. Bunun üzerine karşıdan şu zehirli sözleri duyuyor: “Her sabah öldüğünü umarak uyanıyorum.” Normal şartlar altında içinde bulunmak istemeyeceğimiz bu diyalog ne kadar rahatsız edici olsa da filmden akılda kalan en önemli sahne olarak hafızamızda çoktan yer etti bile.
Güzel ve Çirkin
İlişkilerin belki de en tehlikelisi: Stockholm sendromu. Henüz çocukken tanıştığımız bu hikaye, Belle ve kendisini tutsak eden Canavar arasındaki romantik ilişkiye odaklanıyor. Elbette sorunlu bir romantizm hatta ev içi şiddet örneklerinden biri. Örneğin Canavar, Belle’yi akşam yemeğine davet ederken “Akşam yemeğinde bana katılacaksın. Bu bir istek değil” diyor, üzerine karşı konulamaz bir baskı yaratıyor. Ev hapsetmesi, Belle’i zorlaması gibi birçok sorunlu yönü olan film ilerledikçe Canavar’ın başka bir yönü ortaya çıkıyor. O da ne şefkatli ve cömert biri, üstelik gittikçe davranışları da yumuşuyor. Hatta filmin sonunda yakışıklı bir prense bile dönüşüyor. Yani kötü olsa bile aslında özünde iyi biri(!) Bir yönüyle verdiği mesaj da şu: Özünde iyi olduğunu bildiğimiz insanlar bize kötü davranabilir, buna tahammül etmek gerekiyor. Yeterince sabırlı, yeterince kibar ve fedakar olursak bir canavarı bile prense dönüştürebiliriz diyor bu hikaye. Elbette, dönüştüremeyiz ve buna çaba harcamamalıyız. Ancak maalesef bu hikayeyi izlemeye değer kılan da tam olarak bu mutlu sona ulaşma çabası.
Alacakaranlık serisi
Tüm zamanların en ilgi çekici yaratıklarından vampirler ve insanlığın herhangi bir ilişki içinde olması başlı başına toksiklik barındırıyor, kabul. Ancak söz konusu popüler kültürün en sevilen filmlerinden ‘Twilight’ olunca işler daha da karışıyor. Vampir Edward ve insan Bella’nın ilişkileri. Korunmaya muhtaçtı Bella, Edward ise sevgilisini korumak için her türlü şeyi yapmaya hazır bir kahramandı. Edward ve Bella birbirlerine o kadar bağlıydı ki ayrılıkları sırasında her ikisi de kendine zarar vermeye meyilliydi. Bu süreçte Bella’nın yaşadığı depresyon, kalbi kırılan duygusal bir kızın yaşaması normal olan bir süreç gibi yansıtıldı. Bella, ilişkisi için kendini baştan aşağı değiştirmeye hazırdı. Ailesini, arkadaşlarını karşısına aldı. Hatta işi abartıp bir vampir olmak için elinden geleni yaptı. Ancak tüm bunlara rağmen, Twilight izleyicisinin hatırı sayılır ölçüde büyük bir bölümü Edward taraftarıydı, çiftin sonsuza dek mutlu olmasını istiyordu -Neyse ki ölümsüz vampirler oldukları için bu dilek gerçekleşti. Peki ya hikaye böyle olmasaydı? Edward, Bella’yı gördüğü an gizli gizli onu takip edip uyurken odasına çıkmak ya da kan içtim kızılcık şerbeti dedim deyip yağmurlu Seattle’dan arkasına bakmadan kaçmak gibi hamleler yapsaydı bu seri altı film boyunca devam eder miydi?
You’ve Got Mail
Tehlike anlamına gelen kırmızı bayraklarla (red flag) dolu bir başka 90’lar filmi. New York’ta yaşayan birbirinden farklı hayalleri olan iki insan. Joe, şehrin en büyük kitapçılarından birini açmak üzere, Kely ise küçük dünyasında çocuk kitapları satmaktan memnun. Yolları bir that kanalında kesişince gerçek hayatta birbiriyle rekabet içinde olan ikilinin internetteki ilişkileri daha farklı olur. Filmde özellikle Joe’nun birçok konuda Kelly’e yalan söylediğini, onu manipüle etmeye çalıştığını görüyoruz. Hatta biraz daha dikkatli bakıldığında erkek bir şirket yöneticisinin bir kadın işini yavaş yavaş elinden almasını izlediğimizi bile fark edebilirsiniz. Aslında Joe Fox ve Kathleen Kelly birlikte olmamalıydı. Hatta Kathleen hırslanıp kitapçısı için intikam almalıydı. Gerçek hayatta bizi bu mutlu ederdi. Ancak yine de tüm bunlar, tüm zamanların en etkileyici sonlarından biri olan o meşhur sahnede duygulanmamıza engel olmuyor.
Bir Erkek On Günde Nasıl Kaybedilir
Söz konusu romantik komediler olunca bugünün dünyasında toksik olarak tanımladığımız pek çok şey romantizmin ya da tutkunun sembolü haline gelebiliyor. Bahsettiğimiz listede , Kate Hudson ve Matthew McConaughey’nin başrolünde yer aldığı bu filmde yer alıyor. Kısaca bir özet: Cesur gazetecimiz Andie, bir erkeği bağlayacak, sonra kızların yaptığı tüm klasik hatalarla onu uzaklaştırmaya çalışacak. Yakışıklı reklamcı Ben ise büyük bir iddiayı kazanmak zorunda. Kabul, çiftin ilişkisi yalanlar ve manipülasyon üzerine kurulu. Türün alametifarikası haline gelen tüm klişeler fazlasıyla mevcut. Hatta cinsiyet eşitsizliğine, kadınlardan ilişki için beklenen fedakarlıklara kadar birçok can sıkıcı yanı var. Hatta biraz zorlarsak filmin aşkı bulmak için kendiniz olmaktan vazgeçmeyin mesajını bile çıkarabiliriz. Ancak filmde Andie’nin Ben’in konuşmasını sabote ettiği ve Carly Simon’ın ‘You’re So Vain’ şarkısının doğaçlama bir şekilde söylemeye zorladığı an yeterince sinir bozucu ve küçük düşürücü ancak bu sahneyi çıkarırsak geriye ne kalır?
10Haber bonusu: And Just Like That
Hilton’un listesinde es geçtiğine epey şaşırılacak bir eksik var aslında. Her ne kadar televizyon dizisi olarak ekranlara gelse de sonra yolunu beyazperdeye de çeviren ‘Sex and the City’ efsanesi. Dizi birçok yönüyle hem eleştiriye hem de göklere çıkarılmaya alışkın ancak söz konusu toksik ilişkiler olunca kimse dört kadın arkadaşın ilişkiler, hayat ve arkadaşlık üzerinden yaşamlarını anlattığı bu HBO efsanesinin eline su dökemez. Şu sıralar yeniden çekim versiyonu ‘And Just Like That’ ile yeniden ekranlara gelen dizi, toksik ilişki nedir örneği olarak televizyon tarihine geçebilir. Dizinin esas çifti Mr. Big ve Carrie idi. Birbirlerine yalan söylediler, hiçbir zaman duygularını açıkça konuşamadılar, aldattılar, defalarca kez ayrılıp barıştılar. Hatta düğün günü terk edilme bile gördü bu ilişki. Ne zaman taraflardan biri hayatını yoluna koysa diğeri aniden çıkageliyor, her şeyi mahvediyordu. Dizinin popülerliğiyle birlikte bir “herkesin bir Mr. Big’i vardır” yorumu yaygınlaşmıştı. Ancak ne olursa olsun bu çiftin ilişkileri daima desteklendi. Büyük bir çoğunluk mutlu sonun, ikisinin birlikte olduğu bir evrende mümkün olabileceğini düşündü. Birbirlerinin yakın arkadaşı olmuşlardı, tutkululardı, başkalarıyla ne kadar iyi hissetseler de aslında ikisi birbiri için yaratılmıştı… Aradan geçen yıllar sonra dizi geri dönünce en çok da yetişkin Carrie ve Big’in ilişkisi merak ediliyordu. Çünkü ‘Sex and the City’ demek en çok da Carrie ve Big aşkı demekti. İlk bölümde yaşanan sürpriz bir kayıp bu ilişkiyi sonsuza kadar bitirmişti. Ancak ‘And Just Like That’ ikinci sezonuyla devam ederken “herkesin bir Mr. Big’i vardır” sözü de değişen birçok alışkanlığımız ve ilişkilere bakışımız gibi dönüşmüştü. Artık herkesin farkında olduğu bir şey vardı: “Herkes, birinin Mr. Big’i olabilir!”