2010 yılıydı, Beyoğlu’nda Tünel’de Jane Birkin ile söyleşi için buluşunca güler yüzlü, zarif bir entelektüel ve aktivist sanatçı vardı karşımda. Bizim kuşak için Jane Birkin biraz da böyleydi. Ama bizden önceki kuşaklar için Tanrı’nın dünyaya gönderdiği özel kadınlardan biriydi. Dün yaşamını yitirdiği duyurulan Jane Birkin işte ne o Tanrı vergisi güzelliğine sığınmış ne de kendi zamanına sıkışmıştı. Son tahlilde bambaşka bir persona yaratmıştı kendine. Müzisyenliği, oyunculuğu baki, ama zarafet ikonuydu kimileri için, kimileri onun aktivist halini seviyordu ki onu da büyük bir zarafetle yapıyordu. Kimileri için 10 parmağında 10 marifet sanatçılardandı. Ama hep güler yüzlüydü.
O yıllarda da dünyanın hali şimdikinden pek farklı değildi. Birkin, insanın dünyayı güzelleştirme trenini kaçırmak üzere olduğunu düşünüyor ve gelecek kuşaklar için endişeleniyordu. Lakin umutsuz değildi. “Dört mevsim var. Bir döngü içindeyiz. Biliriz baharın geleceğini. Bahar varsa umut da hep var” diyordu. Arka arkaya sigara içen, sert kahveyi seven Birkin ile birkaç yıl sonra Antalya Film Festivali’nde karşılaştığım zaman yine hem endişeli hem de umutluydu. Rahmetli Tuncel Kurtiz’ için “Eli öpülesi adam” demişti. Tuncel Abi’nin “Biz dünyayı değiştiremedik ama dünya da bizi değiştiremedi” sözü çok hoşuna gitmişti. Sonra kuliste uzun uzun sarılmışlardı.
17’sinde oyuncu olmaya karar verdi
Lakin biraz daha umutlu görmüştüm Birkin’i. “Artık genç değilim. Gençlerin ne düşündüğünü bilmiyorum. Üç kızım bana gençliği anlatıyor. Ancak şimdiki gençler, 1960’lı yıllarla ilgileniyor. Ben anne babamın gençliği ile ilgilenmedim. Çağımızda gençler, birbirleriyle bizim gençliğimizde olduğundan daha fazla ilgileniyor. Örneğin eğitimlerine ara verip Hindistan’a veya başka yerlere yardım faaliyetlerine katılmaya gidiyor. Şimdiki gençler daha yardımsever” demişti yine o tatlı gülümsemesiyle.
Babası bir askerdi ama aynı zamanda bir casustu. 2 Dünya Savaşı’nda İngiliz istihbarat elemanlarını Manş Denizi üzerinden Fransa’ya götürüyor ve dönüşte de mahsur kalan havacıları ve savaş esirlerini İngiltere’ye geri getiriyordu. Savaşın bittiminden bir yıl sonra 1946’da Londra’da doğdu. Belki de babasının casus ketumluğu ebeveynlerinin hayatını merak etmemesine neden oldu. Ama o 17’sinde karar vermişti oyuncu olmaya.
Kararlıydı ama şansı da hep yaver gitti
Kararlılık ve şans… Jane Birkin bazen kararlılığı bazen de şansıyla hayatın kritik dönemeçlerinden geçip bugünlere kadar geldi. 17 yaşında Graham Greene’in ‘Carving a Statue’ rol alması kararlılık örneğiydi. Yine 18’inde İngiliz besteci John Barry ile evlenmesi, kızı Kate’i dünyaya getirmesi de kararlılıkla yaptıkları arasındaydı. Sinemada ‘The Knack … and How to Get It’ (1965) filmindeki bir rol aldıktan sonra kocasının onu küçük görmesi üzerine Michelangelo Antonioni’nin ‘Cinayeti Gördüm / Blow-Up’ oynaması da…
Ama büyük aşkı Serge Gainsbourg ile tanışması ise tamamen şansla ilgiliydi. Bary onu terk edince ve kızı Kate ile yalnız kalınca şartları zorladı. Tek kelime Fransızca bilmiyordu belki ama ‘Slogan’ın seçmelerine girdi. Ve Serge Gainsbourg da oradaydı. Büyük aşk kısa sürebilirdi. Çünkü Birkin’in Fransa’da kalması zordu. Bir gece dışarıda yemek yerken Fransız yönetmen Jacques Deray ile şans eseri karşılaştı. Ve işte Fransa’da büyük çıkış yaptığı, Alain Delon ve Romy Schneider’lı ‘Sen Benimsin / La Piscine’ filminde oynadı. Artık Fransa’da kalabilirdi ve bu Serge Gainsbourg’le uzun ilişkisinin kapasını araladı.
Vatikan’ı kızdıran bir ses
Yine hayatının kritik anlarından biri. Serge Gainsbourg ile birlikte söyledikleri ‘Je T’aime… Moi Non Plus’ şarkısı. Şarkıdaki sesi o dönemin dünyasına fazla seksi geldi. Vatikan kaşlarını çattı şarkıya. Şarkı birçok ülkede yasaklandı. Ama yasaklandıkça da şarkı dillere pelesenk oldu. Listelerin 1 numarasına yerleşti. İlerleyen yaşlarında hala konser vermesinin nedenlerinden birinin bu şarkı olduğunu söyleyecekti. Ama nereden bilebilirdi ki Vatikan’ı kızdıracakları. Şans tersten de olsa yüzüne gülmüştü.
Uçaktaki serzenişi Hermes’in fenomen çantasına ilham verdi
Başka bir şans hikayesi daha. Adının zarafet ikonuna çıkmasına neden malum Hermes çantalar. 1984’te bir uçuştayken, eşyalarını koyduğu çantası yırtıldı ve Birkin uçakta yüksek sesle Hermès’in her şeyi sığdırabilecek bir çanta yapmadığından şikayet etti. Şans bu ya yanında oturan adam , o zamanlar Hermès’in baş tasarımcısı olan Jean-Louis Dumas’tı. Hermes aynı yıl Birkin çanta serisini piyasaya sürdü. Tam da onun istediği büyüklükteydi çanta.
Brigitte Bardot’nun güzelliği ile herkesin başını döndürdüğü 70’li yıllarda, ‘Don Juan ’74’ filminde birlikte oynadılar. Bardot o yılların arzu nesnesiydi, Jane Birkin’in güzelliği ise daha hüzünlü ve samimi geliyordu insanlara. Rekabet etmedi hatta Bardot ile arkadaş oldu. Ki edebilirdi çünkü rivayet o ki Serge Gainsbourg ‘Je T’aime… Moi Non Plus’ şarkısını Bardot için yazmıştı. Ama o aldırmadı bu duruma. Farkını yine ortaya koymuştu. Gainsbourg’un yönettiği ‘Je t’aime moi non plus’ filminde artık oyunculuk rüştünü de ispatlamış bir aktristi. ‘Nil’de Ölüm’ ama özellikle ‘Ölüm Oyunu’ filmleri ona zarif starlık kapılarını araladı.
Serge Gainsbourg ile ayrıldıktan sonra o güzel kadın personasından da vazgeçti. Hem de büyük bir kararlılıkla. Antonioni’den sonra 1987’de sinemanın yatağını değiştiren bir başka devle Jean-Luc Godard ile ‘Soigne ta droite’ filminde çalıştı. Bir yıl sonra bir başka dev Agnès Varda’nın yönettiği ‘Kung-Fu Master!’ filmi için kamera karşısına geçti. Dönemine göre konusu itibariyle sert bir filmdi. Bu fimler onu bambaşka bir kulvara taşıdı. Artık partiler üstü bir kadındı ve tam bir sanatçıydı, Ama kuşak refleksi de hep baki. Yardım konserleri, vicdanen onu rahatsız eden sosyal ve siyasal olaylarda içtenlikle taraf olması. Dünya meseleleriyle ilgili öne çıkması. Entelektüel yüzünü de göstermeye başladı.
İşte bizim kuşak onu bu yönleriyle tanıdı. Ama ilk dönem personası bizden önceki kuşağın başını döndürdü için onlar için Jane Birkin’i hüzünlü güzeldi. Bizim içinse güler yüzlü bir entelektüel ve aktivist sanatçı.
Türkiye’ye çok geldi. Konser vermeye, film festivallerine… İstiklal Caddesi’nde Serra Yılmaz ile dolaşırken onu görüp ‘”Acaba” diyenlerle “Fotoğraf çektirelim mi” diyecek kadan cana yakındı. Ya da tek başına İstanbul’u keşfe çıkacak kadar özgürlüğüne düşkündü. Antalya Film Festivali’ne geldiğinde de herkesi samimiyeti ve güler yüzüyle büyülemişti. Gazeteler ‘Bizden biri’ başlıkları atmıştı. İngilizlerin de Fransızların da sahiplendiği ender sanatçılardan biri olarak bizimkilerin de gönlünü fethetmişti. Tam bir gönülçelendi. Bir düşünün kaç kuşağın gönlünü çelmişti… Sonra dün öğrendik ki Tanrı onu geri aldı… Bize de onunla aynı zamanı yaşamanın tatlı huzuru biraz da onu kaybetmenin hüznü kaldı…