Not: Bu yazı filmle ilgili bilgi içermektedir.
Martin Scorsese’nin 21 yıl önce çektiği ‘New York Çeteleri’nin açılış sahnesinde, Amerika’ya göç eden beyaz adamların, şehre hakim olmak için nasıl birbirlerini vahşice katletmesi izleriz. Ork’lar gibi yeraltından çıkıp şehrin meydanında karşı karşıya gelen iki çete, adeta birbirlerini doğrarlar.
19. yüzyılın ortasında New York’a sahip olma savaşıdır bu. Ama bu vahşi savaşın kökeninde para daha doğrusu sermaye el değişimi vardır. ‘New York Çeteleri’den çok sonra Scorsese ‘The Irishman’i çekti. 1950’lerden 80’lere uzanan filmde kamyoncular sendikanın çok büyük miktardaki parasına el koymak isteyen mafyanın öyküsünü izleriz. Mafya olarak adlandırılmasına aldanmayın, ABD devletinin kılcal damarlarına işlemiş bir yapıdan bahsediyoruz.
Para, sermayenin el değişimi, bunun için işlenen cinayetler, iktidar savaşları… ABD tarihini kazıdıkça bunlar her daim çıkıyor karşımıza. Scorsese ‘Dolunay Katilleri / Killers of the Flower Moon’ filminde işte ABD tarihinin bir başka günahını aralıyor.
1920’lerde geçen filmin odağında Oklahoma’daki topraklarında petrol bulunan Kızılderili Osage halkı var. 1. Dünya Savaşı sonrası… Petrol nedeniyle zenginleşen Osage halkı, şehir yaşamına adapte olmuştur. Savaştan dönen Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio) Kızılderili Mollie’ye (Lily Gladstone) aşık olur ve dayısı William Hale’in de (Robert De Niro) oluruyla onunla evlenir. Kendisine kral denilmesini isteyen ufak tefek ve görünürde Kızılderililerle dost bir adamdır William Hale. Lakin birtakım karanlık ilişkilerin de tam ortasında yer alır. Toprak sahibi Kızılderililer cinayete kurban gitmeye başlar. Mollie’nin annesi ve kız kardeşi de öldürülenler arasındadır.
Bu cinayetler araştıran ekip FBI’yı kurdu
Cinayetlerin üzeri hep bir şekilde kapanır ve Osege halkı da çareyi ABD Başkan’ının huzuruna çıkmakta bulur. Bu buluşma sonrası kasabaya gelen soruşturma ekibi cinayetlerin izini sürer. Bu ekip sonradan FBI’ın kuracak insanlardan oluşur aslında.
David Grann’ın ‘Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu’ kitabından (bizde İthaki Yayınları’ndan çıktı) uyarlanan filmi Scorsese’nin ABD tarihine baktığı filmler düşünüldüğünde zamansal olarak ‘New York Çeteleri’ ile ‘The Irishman’ arasında duruyor. Ki üç filmin de kitap uyarlaması olduğu düşünülürse Scorsese’nin kendi ülkesinin günahları üzerine ne kadar iyi okumalar yaptığı ortaya çıkıyor.
3.5 saatlik ‘Dolunay Katilleri’, polisiye bir suç filmi gibi görünse de temelde Kızılderililerin petrol çıkan topraklarına beyaz adamın nasıl el koyduğunu anlatıyor. Malum Kızılderililer Amerikan sinemasının ötekileridir. Sinemada yıllarca, General Philip Sheridan’a mal edilen “En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir” cümlesine karşılık gelecek şekilde temsil edildiler sinemada. 90’lardan itibaren haklarının teslim edildiğini söylenebilir. Ama ABD’nin gerçek sahiplerinin onlar olduğunu, beyaz adamın zorbalığını ve Kızılderilileri öldürdüğünü bu açıklıkla anlatıldığı pek görülmüş bir şey değil. Bu konuda Scorsese’nin cesareti takdire şayan.
Kurucu babaların günahlarına selam olsun
Lakin 1920’ler dünyasında suç işlemek o kadar da kolay değil. Dolayısıyla şerifiyle, doktoruyla, avukatıyla, kasabanın nüfuzlu isimleriyle karşımızda tam bir beyaz çete var. (Ki Scorsese onların toplu olarak göründüğü sahnelerde öyle kadrajlar koyuyor ki önümüze, ABD’nin kurucu babalarını hatırlatıyor bizlere.) Daha sinsice bir planla hareket ediyor çete üyeleri. Herkes kimin ne yaptığını biliyor ama sanki sonraki yıllarda mafya arasında yaygınlaşacak sessizlik yemini etmiş gibiler.
Scorsese, beyaz adamın para için neler yapabileceğini ‘New York Çeteleri’nde göstermişti. ‘Dolunay Katilleri’nde cinayet işlerken beyaz adamın sınır tanımamazlığını ve cinayetleri çok soğukkanlı bir şekilde işlemesini öne çıkarıyor. Çünkü bu soğukkanlılık ‘The Irishman’ filminde de karşımıza çıkmıştı. Çünkü ABD tarihinin günahları altında bu soğukkanlılık var!
Birlikte yemek yediğiniz, içtiğiniz, evinde kaldığınız, eşini, çocuklarını bildiğiniz insanları tam bir soğukkanlılıkla öldürmek! Scorsese bu soğukkanlılığın üzerine gidiyor. İnsan nasıl bu kadar soğukkanlı kalabilir ve yarattığı dehşet yüzüne vurulduğunda bile o soğukkanlılığını koruyabilir. (‘Dolunay Katilleri’nde bu görev Robert De Niro’ya verilmiş ve o da öyle bir oynuyor ki, kitabın ortasından bir performans sergiliyor.)
Kötülüğün sıradanlığı ile ilişkilendirilecek bir soğukkanlılık
İkiyüzlülükle, yalana inanmakla, vicdansızlıkla ya da empati kuramamakla ilgili değil bu soğukanlılık… Hannah Arendt’in kavramsallaştırdığı ‘kötülüğün sıradanlığı’ı ile ilişkilendirilecek bir soğukkanlılıktan bahsediyoruz. Biraz da kendini efendi görüp diğerlerini öldürmeyi hak görmekle ilgili.
Hikayenin odağındaki Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Ernest Burkhart bu soğukkanlılığı içselleştiremeyen bir karakter. Bir yanda beyazların Kızılderililerin topraklarını ele geçirilmesi planının tıkır tıkır işlemesinde kilit rolde. Karısına enjekte ettiği insülin iğnesinin içine onu günbegün yatağa bağımlı hale gelecek ilaç vermekten çekinmiyor. Dayısı William Hale’in (Robert De Niro) planlarının ucunun nereye varacağını tahmin etse de ses çıkarmıyor. Ama bütün bunları yaparken film boyunca yüzünün aldığı şekil bu durumu içten içe kabullenmediğini gösteriyor. Ve bütün bunlar çocuğunun hayatına mal olunca kendi yarattığı vahşetle baş başa kalıyor. Onun çözülmesiyle de bu çetenin cinayetleri ortaya çıkıyor.
Filmin sonunda anlıyoruz ki Scorsese bir tek cümle için çekmiş filmi. Mollie’nin ölüm ilanı okunurken, (ki bunu Scorsese kendi okuyor) “Kimse cinayetlerden bahsetmedi” diyor. Kimse dediği aslında tarih… Tarihin bile görmezden geldiği cinayetler.
3.5 saatlik bir filmde seyirciyi filmin içinde tutmak zor elbet. Ama karşımızda bir usta var. 81 yaşındaki Scorsese’nin, üretme ve sinema aşkı konusunda kendinden genç pek çok meslektaşını cebinden çıkartır dedirtiyor.
Scorsese’nin derdi tarih dersi vermek değil, ama tarihsel bir gerçeğin de anlaşılmasını istiyor. Ve sinemadan hiç taviz vermeden bu isteğini gerçekleştiriyor. İşin büyüsü de burada bence. Scorsese’yi yaşayan bir efsane haline getiren ve kendisine büyük bir saygı duyulmasını sağlayan da bu. Hikaye anlatırken, kendi ülkesinin tarihine bakarken, fikir yürütürken, bir şey söylemek isterken sinemayı her şeyiyle önceliyor. Bu önceleme onun kafasında tasarladığı her şeyi sinema diliyle ve sinemanın olanaklarıyla yapmasını sağlıyor. Ve tabii seyircinin de sinemayı doya doya solumasına neden oluyor. Ne diyelim teşekkürler Bay Scorsese bize yaşattığın sinema keyfi için…