Avustralyalı yazar Richard Flanagan'ın Booker Ödülü kazandığı 'Kuzeyin Derinliklerine Giden Dar Yol', hem 2. Dünya Savaşı'nın dehşetini hem de savaş sonrasındaki insani dramları ve gelecek nesillere yaptığı etkileri anlatıyor.

Washington Post tarafından “yaşayan en büyük romancılarımızdan biri” olarak gösterilen Avustralyalı yazar Richard Flanagan, ‘Kuzeyin Derinliklerine Giden Dar Yol’da 2. Dünya Savaşı’nda Japonlara esir düşen Tasmanyalı bir doktorun geçmişle hesaplaşmasını anlatıyor. Melodrama kaçmadan ve dehşeti örtbas etmeden, korkunç şeylerin altında yatan insanlık durumlarını sergileyen etkileyici bir hikaye…

Richard Flanagan, 1961 yılında Tasmanya’da dünyaya geldi. Kıtlık zamanlarında İrlanda’dan göç eden İrlandalı bir ailenin altı çocuğundan beşincisiydi. Tasmanya’nın batı kıyısındaki küçük bir maden kasabasında büyüdü. Okula da burada başladı. 16 yaşındayken okuldan ayrılmaya karar verdiyse de çok geçmeden geri döndü ve nihayetinde Tasmanya Üniversitesi’ni bitirdi.

Kazandığı burs sayesinde tarih dalında yüksek lisans yapması için Oxford’a kabul edildi. Romancılık kariyerine başlamadan önce inceleme dalında dört kitap yazdı. 1990’lı yıllarda edebiyat alanına adım atan Flanagan’ın ilk iki romanı – ‘Death of a River Guide’ (1994) ve ‘The Sound of One Hand Clapping’ (1997), Avusturalya’da eleştirmenlerin beğenisini kazanınca yolu açılmış oldu. Çeşitli edebiyat ödüllerine ve yüksek satış rakamlarına ulaşan sonraki romanlarıyla kariyerini sürdüren Flanagan altıncı romanı ‘Kuzeyin Derinliklerine Giden Dar Yol’ (2013) ile 2014’te Man Booker Ödülü’nü kazanınca uluslararası bir tanınırlık kazandı. Flanagan, halen bir yandan roman yazmayı sürdürürken diğer yandan senarist ve yönetmen olarak sinema ile de ilgileniyor.

Burma Ölüm Demiryolu

Dorrigo Evans’ın çocukluk anılarıyla başlıyor hikaye. Az sonra öğreneceğimiz üzere, o başarılı bir adam. Esir kampından sağ kurtulmakla kalmamış, pek çok esirin de hayatını kurtarmış bir savaş kahramanı. Savaş hakkındaki bir belgeselden sonra herkesten sevgi ve saygı görüyor. Üstelik hem iyi bir cerrah, hem de iyi bir aile babası. Ancak artık yaşlı bir adam olan Dorrigo Evans’ın zihnindeki hikaye hiç de böyle söylemiyor. Bunu kitabın hemen başında aklından geçenlerden anlayabiliyoruz:

“Mutlu bir adamın geçmişi yoktur, mutsuz bir adamın ise geçmişten başka hiçbir şeyi.”

Dorrigo Evans da geçmişe takılıp kalmış bir halde yaşıyor. Geçmişte olup bitenleri yavaş yavaş öğreniyoruz: Tasmanya’da, yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur Dorrigo. Kazandığı burs sayesinde tıp fakültesine gitmiş, 2. Dünya Savaşı başladığında orduya katılmış, çok geçmeden birliği ile birlikte Japon ordusuna esir düşmüş ve diğer esirlerle birlikte Japonların Burma cangılında inşa ettikleri demiryolu projesinde çalışmaya gönderilmiştir. İnsanın insana çile çektirdiği bir cehenneme…. Burma Ölüm Demiryolu diye tarihe geçen bu proje için şunları not almış günlüğüne:

“Ölüm Demiryolu’nda ölenlerin sayısı üzerinde bir mutabakata varılamamıştır. Müttefiklerin savaş esirleri o firavunvari projede köle gibi çalışanların sadece bir kısmıydı; aşağı yukarı altmış bin kişi. Onların yanında çeyrek milyon Tamil, Çinli, Cavalı, Malezyalı, Tay ve Burmalı çalıştı, belki daha fazlası da. Bazı tarihçiler köle gibi çalıştırılan bu işçilerin elli bininin, diğerleri yüz bininin, başkaları da iki yüz bininin öldüğünü söylüyorlar. Kimse gerçek sayıyı bilmiyor. Ve kimse gerçekten bilmeyecek. İsimleri çoktan unutulmuş. Onların kayıp ruhları için bir kitap yok. Bırakın da şu ufacık parça onların olsun.”

Babası da bu demiryolu inşasında çalışan esirlerden olan Richard Flanagan, belli ki bu romanı oradaki kayıp ruhlara adamış.

Cehennemden sağ çıkmış, hatta başkalarının da sağ çıkmasını sağlamış olsa bile, hem maruz kaldığı şiddetin travmatik etkisiyle hem de orada hayatını kaybedenlerin hayaletleriyle boğuşan Dorrigo Evans, kahramanlık peleriniyle sarmalanmayı sindiremiyor içine, şöhretinden, genel olarak erdem fikrinden ve o sürecin tüm hayatını belirlemesinden nefret ediyor. Öyle ki, savaş sonrasında sürdürdüğü uzun ömründe kendi kahramanlık anlarını sanki başkası tarafından gerçekleştirilmiş gibi görecektir. Zira Burma’da hayat tutunmasını sağlayan yiğitliği değil aşık olduğu kadının hayalidir.

Anlatı Dorrigo’nun hayatında ileri geri zıplayacak, uzak geçmiş ile şimdi arasında geniş bir yay çizerek çocukluğuna, üniversite yıllarına, karısı ile tanışmalarına, askerliğe, esir kampındaki sefalete, Japon subayların ve esirlerin savaş sonrası yaşamlarına, Dorrigo Evans’ın kariyerindeki yükselişine, yani yaklaşık yüz yıllık bir tarihe uzanırken odak noktası bir akrabasının genç karısı Amy ile yaşadığı aşka odaklanacaktır. Dorrigo ve Amy’i zamanın dışına çıkaran tutkulu bir aşka…

Savaşa ve aşka dair

Roman başlığının Burma ormanlarında inşa edilen Ölüm Demiryolu’na atıfta bulunduğunu düşünebilirsiniz. Ancak Flanagan bu adı 17. yüzyılda yaşamış bir haiku şairi olan Matsuo Basho’nun ‘Oku no Hosomichi’ – ‘İçerilere Giden Dar Yol’- başlıklı kitabından almış. 

Basho’nun yaya olarak yapılan uzun bir yolculuğu -düzyazılarla ‘haiku’ları harmanlayarak- işlediği bu kitabında nefes kesen manzaralarla süslenmiş dağlık bir arazide yürüyen bir adamın hissettiği korkunç yalnızlığı anlattığını öğreniyoruz. Adam yürümek zorunda zira hayatın kendisi bir yolculuk. Albert Camus’nun ‘Yabancı’sından etkilendiğini söyleyen Richard Flanagan’ın kahramanı Dorrigo Evans’ın hayatı da bir tür yolculuk hikayesi. Özellikle savaştan sonrası varoluşçu bir çileciğin izlerini taşıyor:

“Hayatının geri kalanında şartlara ve kendisinden beklenenlere teslim olacaktı, bu tuhaf ağırlıklara da “görev” diyecekti. Evliliğine dair kendini ne kadar suçlu hissederse, öncelikle eş ve sonra baba olarak hata yaptığı için sosyal hayatında da bir o kadar umutsuzca yalnızca iyi olanı yapmaya çalışacaktı. Ve iyi olan, görevi olan şey diğer insanların beklentileriydi.”

Dorrigo Evans’ın sürdürmekte zorlandığı, sıkıldığı, anlamını yitirmiş hayatı etrafında kurgulanan hikaye, Flanagan’ın elinde coğrafya, kültürler, kaderler ve sonuçlar açısından pek çok şeyi kapsayan bir anlatıya dönüşmüş. Sadece savaşın dehşetini sergilemiyor, savaş sonrasındaki insani dramları ve gelecek nesillere yaptığı etkileri de gösteriyor.

Babasının tanıklık ettiği gerçeklik

‘Kuzeyin Derinliklerine Giden Dar Yol’da pek çok tema öne çıkarılabilir. Savaşın bireysel hayatlara etkisi, aşkın doğası, kahramanlık kültü, hakikat, sanatın yorumlanış biçimleri ilk akla gelenler. Savaşın etkisi önemli zira zalimlik, alçaklık, ihanet, iyilik ve kötülük gibi pek çok insani durumu ölümün sıradanlaştığı anlarda daha net biçimde gözlemleyebiliyoruz.

Flanagan, babasının bizzat tanıklık ettiği ve ülkesinin hafızasında önemli bir yeri olan gerçek olaylardan yola çıkmış ama hikayesini ne biyografiye ne de kahramanlık destanına dönüştürmüş. Avustralya askerlerinin esir kampındaki dayanışma yoksunluğunu, cesur erkek -ya da kahramanlık- mitinin kofluğunu, Japon subayların kültürlerinden beslenen acımasızlığını yargılamaksızın anlatıyor. Bir söyleşisinde şöyle açıklamış yaklaşımını:

“Okuyucular ve Tanrı yargılayabilir, romancının yapması gereken göstermektir.  Yargılama hatasından kaçmak için, Japon edebiyatının biçimlerini ve kinayelerini Japon subayların düşünce biçimlerini gösterebilmek için kullanmaya çalıştım. Cinayet, nefret ve korku, insan kalbine sevgi ve güzellik kadar derinden gömülüdür, belki de daha çok ve gerçekte oldukça iç içe geçmişlerdir ve onları ayırmaya çalışırsanız, en önemli olanı kaçırmış olursunuz. İnsanı.”

Romanın en güçlü yanlarından biri hiç şüphesiz Flanagan’ın roman kişilerinini değişen şartlar içinde iyi ve kötü halleriyle yakalayabilmesi. Bu nedenle anlatı roman kahramanı kadar esirlere her türlü eziyeti çeken Japon subaylarının ve kamptan sağ çıkan esirlerin savaş sonrasındaki hayatlarını -saydam bir üslupla- izlemeyi sürdürüyor.

Karanlık gibi görünen ama her şeye rağmen içinde umut barındıran bir roman. Böylesi bir şiddetten ve bireysel dramlardan çıkarılacak bir mesaj arayacak olursanız son sayfalarda bulacaksınız:

“Zihni yavaşça esir kamplarının hatırasını güzel bir şeye dönüştürdü. Sanki bir köle olmanın verdiği aşağılanmayı damıtıyordu damla damla. İlk önce yaşanan tüm dehşeti unuttu, sonra da Japonların uyguladığı şiddeti. İlerlemiş yaşında hiçbir şiddet anısı hatırlamadığını dürüstçe söyleyebilirdi. Bu anıları geri getirebilecek şeylerden, kitaplardan, belgesellerden, tarihçilerden kaçınıyordu. Sonrasında hastalık ve o berbat ölümler de hafızasından silindi. Kolera, beri beri ve pellegra da kayboldu, çamur bile kayboldu, sonrasında da açlık. Sonunda bir akşam vakti esir kampındaki zamanı hiç hatırlayamadığını fark etti. Aklı hâlâ yerindeydi, bir zamanlar bir fetüs olduğunu bildiği gibi eskiden bir savaş esiri olduğunu da biliyordu. Ancak o deneyimden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Kalan tek şey insancıl bir iyilik fikriydi, güzel olduğu kadar inkâr edilemezdi. Doksan dört yaşında, sonunda özgür bir insandı.”