Murat Gülsoy yeni romanı 'Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün'le okurunu kıyamet sonrasında yaşamla ölümün birbirine geçtiği, eşyanın anlamsızlaştığı bir dünyaya davet ediyor. Can Yayınları'nın yayımladığı romanla bağlantılı bir de sergi var.

“Zamanın durduğu, hep aynı günde, belki de hep aynı gecede devam eden hayat. Kıyamet sonrası o günde anıların belirsizleştiği, yaşamla ölümün birbirine geçtiği, eşyanın anlamsızlaştığı bir dünya. Umudun belki de sadece zeytin ağacının dalında, zeytin yaprağını çiğneyen bir kadının göbek kordonunda saklandığı bulutsu bir evren…”

30 yıllık edebiyat hayatına pek çok kitap ve ödül sığdıran aynı zamanda akademisyen olan Murat Gülsoy yeni romanında bu evrende bir yolculuğa davet ediyor okurlarını. Can Yayınları tarafından yayımlanan ‘Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün’de yazar geçmiş, şimdi ve geleceği insanla insan dışının belirsiz çizgisinde dolaşıyor.

Eserleri Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Roman Ödülü, Notre Dame de Sion ödülü, Sedat Simavi Edebiyat Ödülleri’ne layık görülen Gülsoy son olarak geçen sene ‘Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’ romanını yayımlamıştı. Yazar bu romanda  1880’lerden başlayarak 1967’ye ulaşan bir zaman diliminde unutulmuş bir ressamın kendi ağzından hayatını anlatmıştı. Romanın başrolünde resim vardı. Bilmeyenler için söyleyelim, Gülsoy üniversite öğrencisiyken dört yıl boyunca Greg Wolf adlı bir ressamdan dersler aldığını açıklamıştı bir röportajında. Yolu edebiyat olsa da resme ilgisi her daim devam etmiş.

Bu romanın sergisi de var

‘Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün’ün de resimle bir bağlantısı var. Kapakta kullanılan görseller Ayşenur Köksal, Işıl Güleçyüz ve Joel
Menemşe’nin bu kitap için yaptığı triptik tablodan alınmış. Kitapla bağlantılı olarak bir de sergi açılacak. 15 Kasım’da Işık Gençoğlu’nun küratörlüğüyle sergilenecek “Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün” Istanbul Concept Studio’da izleyicilerle buluşacak.

Tadımlık

‘Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün’ raflarda. Kitaptan tadımlık bir bölüm paylaşıyoruz:

Artık Özgürüm

 

Bir zeytin ağacının dibinde buldum onu. Yanına gittim.

Şaşırdı:

“Beni nasıl tanıdın?”

“Bana bir sır ver.”

“Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum.”

“Melek değil misin, bilmelisin.”

Büyümeden yaşlanmış bir çocuk yüzüne sahipti.

“Öyle miyim? Emin değilim. Hiçbir şey bilmiyorum.

Sadece burada bekliyorum.”

“O’nun öldüğünü duymadın o halde?”

Korkuyla baktı.

“Nasıl olur? O… öldüyse biz nasıl var olmaya devam

edebiliriz?”

“Evlatların kaderidir bu.”

“İnanmıyorum sana.”

“Bana yalancı mı diyorsun?”

“Bazen insanlar doğru olmayan şeyler söyler.”

“İşte bazı şeyleri hatırlıyorsun.”

Umutsuzca yere çevirdi bakışlarını, konuşmak istemiyor

gibiydi yaşlı melek. Üsteledim.

“O’nu biliyorsun. İnsanları biliyorsun. Kim bilir

daha neler biliyorsun da saklıyorsun.”

“Hayır. Sadece bekliyorum.”

“Bekleyişinin bittiğini söylesem?”

“Öyle mi?”

Umutla doldu. Yaşlanmak saflığını hiç bozmamış.

“Evet. Gidiyoruz.”

“Nereye?”

“Diğerlerini bulmaya.”

“Diğerleri?”

“Diğer kayıp melekler… Belleğini yitirmiş yaşlı melekler.”

“Sonra?”

“Sonra hepiniz benimle geleceksiniz.”

“Sen kötülüksün.”

Kıkırdadım. Kötülüğün hakkını veren bir sırıtış yüzüme

yapışıp kaldı.

“Bizi yok edeceksin.”

“Siz zaten… çoktan yok oldunuz. Artık bizim zamanımız

hüküm sürüyor.”

“Hayır. Bunu yapamam. Buradan ayrılamam.”

“Buna sen karar veremezsin.”

“Neden?”

“Unutmuş olmalısın. İraden yok ki.”

Yaşlı melek birden ayağa kalktı. Külden kanatları

parıltılar saçtı. Korktum. Yanlış bir hamle yapmış olmalıydım.

“O öldüyse artık özgürüm.”

Baş döndürücü bir rüzgâr çıktı kanatlarını açınca.

Yüzümdeki kötülüğün maskesi paramparça olup boşluğa

saçıldı. Güneşe doğru uçuşunu izlerken ağlamak istedim.

Ama bu mümkün değildi. Çaresiz zeytin ağacının

altına oturup beklemeye başladım.

 

Zeytin Ağacı

 

Kıyıda durdum, yüzeyine baktım, göl kör olmuştu,

hiçbir şeyi yansıtmıyordu. Ne bulutlar ne dağlar… İyice

yaklaştım, yüzümü görmeye çalıştım, boz bulanık yüzeyde

hiçbir değişiklik olmadı. Bir şeyler yapmak için

buradaydım, yapabilirdim, ne olur ne olmaz diye sakladığım

zeytin ağacının yapraklarını serpmeye başladım

suyun üzerine. Bazılarını ufaladım, bazılarını sipsivri batırdım

suya.

Ve oldu.

Yavaş yavaş aydınlanmaya başladı göl, önce bulutlar

belirdi, ardından sert kayalıklarla nihayetlenen dağın silueti

düştü suya. Kendimi görmek için eğildim. Fakat

yüzümün olması gereken yerde zeytin ağacının dalları

usul usul salınıyordu.

 

Doğum

 

Karnımın üzerindeki çıkıntıları yokladı.

“Çok acıtıyor olmalı.”

Yalan söyledim.

“Yok.”

Dişlerimi sıktım. İnanmadı. Çıkıntıların bazıları incecik

çatlaklar oluşturmuştu karnımın üzerinde.

“Onu çıkarmamız gerekli, biliyorsunuz.”

Biliyordum.

“Biraz daha kalamaz mı? Henüz hazır değilim.”

“Ne yazık ki elimizden gelen sadece bu…”

Masanın üzerindeki renkli otlarla dolu cam kavanozları

gösterdi.

“Sonucun da ne olacağını bilemiyoruz. Her doğum

ayrı bir vaka artık.”

Sipsivri bir tırnak karnımın içini paraladı. İstemsizce

bir çığlık attım. Acıyla kendimden geçerken ebe olduğunu

sandığım kişinin son sözlerini duydum.

“Buna daha fazla izin veremem.”

Gözlerimi açtığımda bacaklarımın arasında yaprakların

hışırdadığını fark ettim. Kuru yapraklarla sarılı kocaman

göbeğim gerginliğini yitirmiş gibiydi. Başımın çevresinde taze nane, kekik, fesleğen, lavantadan yapılmış

bir sargı vardı. Kokusu başımı döndürüyordu.

“En kötüsü geride kaldı.”

“Bir şey hissetmiyorum, hiçbir hareket yok.”

“Uzun süre çırpındı, neyse ki otların etkisi kuvvetliydi.”

Ebenin baktığı yere, kuru yaprakların altında delik

deşik olmuş karnıma çevirdim bakışlarımı.

“Son aşamaya geldik. Biraz bulantı yapabilir, sakin

olun.”

Sözleri bir kehanet gibi bedenimde karşılığını buldu.

Öğürmek istiyordum ama olmuyordu. Bacaklarımın

arasından kıvamlı bir sıvı boşalıyordu bakır leğenin içine.

“Bakmak zorunda değilsiniz.”

Leğenin içinde yüzen kırmızı siyah doku parçaları,

upuzun tırnaklı parmaklar, minik şeytanminarelerine

benzeyen boynuzlar yeniden gözümün kararmasına neden

oldu. Son hatırladığım lavanta kokusuydu.

 

Uçuş

 

Artık uyumuyorum. Hiç. Bitti. Gecenin olmadığı bir

yerde uykunun ne işi var? Tabii rüya da yok. Rüya ortadan

kaybolunca gerçeklik de yok oldu; ama bunun farkına

varamıyoruz bir türlü çünkü gerçekliğe göre şekillenmiş

zihinsel yeteneklerimiz işe yaramıyor.

Eve giden yolda kendi kendime konuşuyorum:

“Bütün mesele evle ilgili, şimdi çok daha iyi anlıyorum.

İnsanın evi, sokağı, en iyi bildiği yerler olmalı, en

tanıdık yerler. Ama bak şimdi değişmiş, başka bir yer olmuş.

Üstelik bu deniz buraya nasıl geldi diye üzerine

düşünemiyoruz bile. İşte bu tekinsizliğin tanımı.”

Ağzımdan çıkanları duyuyorum ama tepki veremiyorum,

yürümeye devam ediyorum.

“Bütün mesele evle ilgili. Ev kadar tanıdık bir yerin

değişmiş artık yabancı bir yer haline gelmesi ve yine de

tanıdık olması… Evet bu ancak bir rüyada olabilir.” O

halde… Gerçekliğin bildiğimiz tüm sınırları ortadan

kalktıysa… Uçabilmem lazım. Evet, artık bunun önünde

sahici bir engel yok diyerek kendimi boşluğa bırakıyorum.

Düşüyorum ancak uçtuğumu sanıyorum.

Sonuçta yere çarpana dek her düşüş aynı zamanda

bir uçuştur.

 

Hepimiz Gördük, Onlar Anlatabildi

 

Okulun yıkık duvarı, patlamış tuğlalar, dikenler, aralarında

olağanüstü hızla dönüp duran sürüngenler. Bir

kaplumbağa, uzun keçeleşmiş saçlarıyla bir adam, dazlak

bir kadın, asla büyümeyecek bir çocuk ve bir atadam.

Eski dilde konuşuyorlardı. Birden çok anlama gelen kelimelerle

yapılan bu konuşmayı tercüme etmek mümkün

değil. Rüyaların anlatılabildiği bir dil. Çok boyutlu. Birçok

noktadan uzayın her yanına yayılan küresel dalgalar

gibi, birbirlerini kestikleri yerlerde oluşan çoklu anlamların

baş döndürücü etkisi.

Onları dinledim.

Her seferinde aynı şey oluyor. Ne vakit eski dile maruz

kalsam… Asıl olanı hatırlıyor, diğerini küçümsüyorum.

Ama sonra çaresiz bugünün eksik diline geri dönüyorum.

Kaplumbağanın sırtındaki desenlerden medet umdum

boş yere.

Kimsenin kimseyi kurtaracak gücü yok.

Gündüz olmasına rağmen gökyüzünde bir yıldız

kaydı. Hepimiz gördük, onlar anlatabildi.

 

Çizgi

 

Gündüze bakan gözümü kapatıp diğeriyle gecenin

içine doğru bakmaya çalıştım. Karanlıkta çürüyen ağaçlardan

başka bir şey göremedim. Tam sınırda duruyordum.

Yüzümün yarısı aydınlıkta diğer yarısı karanlıktaydı.

Bedenim gece ve gündüz arasında ortadan ikiye ayrılmıştı.

Evrensel kum saatini çeviren kimse olmadığından

zaman tam bu anda durmuştu. Gece ile gündüzü birbirinden

ayıran çizgi daha önce olmadığı kadar belirgindi

artık.

Geleceğin yok olmasıymış kıyamet, bunu anladığım

anda geçmişin de yok olduğunu fark ettim. Ne de olsa

gelecek geçmişin intikamını alırken onu ayakta tutar.

Oysa şimdi zaman akmıyor. Gelecek yok. Düşmanını

kaybeden geçmiş de kendiliğinden solup gidiyor.