"Hayat çok kısa, çok kırılgan, çok gizemli" demişti Paul Auster. İşte böyle tariflediği hayatın içinden 34 kitap çıkardı. New York'tu mekanı ama yazdıklarıyla modern dünyada kentlerde sıkışan ruhların izini sürdü. Onu kendi sözleriyle uğurluyoruz

İnsan bazen tanımadığı birinin ölümüne üzülürken kendine yabancılaşıyor, “Nasıl ve neden?” sorularını arka arkaya sıralarken buluyor kendini. Ancak söz konusu bir yazarsa soru önemsizleşiyor, her şey değişiyor. Hele ki bu yazar Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden Paul Auster’sa…

Zira yazar; anlattıklarıyla tanıdığımız, ortak duygularda buluştuğumuz sanki çok uzun zamandır tanıdığımız birine dönüşüveriyor. Paul Auster hayatı boyunca sevdiklerinin yasıyla yaşayan, kayıplarıyla mücadele eden biri oldu. Onu tanımak için en önemli eserlerinden biri kabul edilen ‘Cam Kent’, ‘Hayaletler’ ve ‘Kilitli Oda’dan oluşan New York Üçlemesi dahil 34 kitabını okumak en iyi yöntem olacaktır elbette. Ancak hayatı boyunca verdiği söyleşilere dönüp bakmak da Auster’ın belki de hiç bilmediğimiz yönlerine ışık tutabilir, güzel bir veda etme şekli olabilir. Zira  geçen sene yayımlanan ‘Baumgartner’ın son romanı olacağını söyleyen ve okuruna veda eden Auster bu vedayı fazlasıyla hak ediyor.

Paul Auster uzun süredir kanser tedavisi görüyordu.

Çocukluğuna dair…

Auster, hayat değiştiren ve onu bugünkü haline getiren bir çocukluk anısına sahip. Küçük yaşta, belki de hiç karşılaşmaması gereken bir şeyle tanışıyor: Ölümle. Auster yaz kampındayken hemen yanındaki bir çocuk yıldırım çarptığı için öldü. Auster olayın kendisini nasıl etkilediğini anlatıyor:

“Hayatımın çığır açan deneyimiydi. 14 yaşında, yaşadığınız her şey derindir. Tanrılar tarafından öldürülen bir çocuğun hemen yanında olmak, dünyaya tüm bakışımı değiştirdi. Savaş sonrası New Jersey banliyösünde yaşarken hayatımın küçük burjuva konforlarının bir tür düzene sahip olduğunu varsaydım. Ve sonra hiçbir şeyin bu tür bir düzene sahip olmadığını anladım. O zamandan beri bu düşünceyle yaşıyorum. Tüyler ürpertici ama aynı zamanda özgürleştirici. Ayaklarını yere bastıran bir deneyim. Ve eğer bu dersi öğrenebilirseniz, o zaman dünyadaki bazı şeyler, başka türlü olacağından daha katlanılabilir. Sanırım hikaye yazma ve anlatma dürtüsü her yazar için farklıdır. Ama bence bunca yıldır yaptığım şeyin özü bu.”

Hayata dair…

“Hayat çok kısa, çok kırılgan, çok gizemli. Sonuçta, bir ömür boyu gerçekten kaç kişiyi seviyoruz? Sadece birkaç kişiyi. Çoğu gittiğinde iç dünyanızın haritası değişir. Arkadaşım George Oppen’in bir keresinde bana yaşlanmakla ilgili söylediği gibi: Küçük bir çocuğun başına ne garip bir şey geliyor.” (Paris Review, 2009)

Babasının kaybı…

“Beklenmedikti, sarsıcıydı. Altmış altı ya da altmış yedi yaşındaydı, her halükarda yaşlı bir adam değildi. Hayatı boyunca sağlığı iyiydi. İçki ve sigara içmedi. Her gün tenis oynuyordu. Her zaman doksan yaşına kadar yaşayacağını düşünmüştüm. Ama öyle olmadı. Ve bu hayatımda muazzam bir kargaşaya neden oldu. Babamla bu kadar çok şeyi yapamamış olmanın hayal kırıklığı, beni onun hakkında yazmaya itti. Aniden gitti, birden artık onunla konuşamayacağım bir hayatım oldu. Sormak istediğim tüm sorular artık sorulamazdı. Ama görüyorsunuz, bir yıl önce ölseydi, ‘Görünmez Bir Adamın Portresi’ yazmamış olacaktım.

Yazmaya dair…

Yazarların yazmaya dair motivasyonları belki de en merak edilen şeylerden biridir. Auster kendi gerekçesini anlatırken hala ne kadar gizemli olduğunun farkında. Üstelik bu röportajı yaptığı isim de sohbeti çok daha keyifli hale getiriyor. Yönetmen Wim Wenders soruyor, Auster yanıtlıyor:

“Genel olarak, bir şeyler yapmak istemiyorum. Tembel ve motivasyonsuz hissediyorum. Sadece bir fikir beni ele geçirdiğinde ve ondan kurtulamadığımda, düşünmemeye çalıştığımda ve yine de beni her zaman pusuya düşürdüğünde… Bir duvara fırlatılıyorum sanki. Fikir bana, ‘Bana dikkat etmelisin çünkü önümüzdeki ya da iki ya da beş yıl boyunca hayatının geleceği olacağım’ diyor. Sonra teslim ediyorum, içine giriyorum. Bu benim için o kadar gerekli hale gelen bir şey ki o projeyi yapmadan yaşayamam. İşte böyle başlıyor… Bir kitap, aynı zamanda, kafadaki vızıltı dediğim şeydir. Duymaya başladığım belli bir müzik türü, bu dilin müziği ama aynı zamanda hikayenin müziği… Sayfaya herhangi bir kelime koymadan önce bir süre o müzikle yaşamak zorundayım. Sanırım bunun nedeni, zihnimin o kitabı yazma müziğine alıştığı kadar vücudumun da alışması. Gerçekten gizemli bir duygu.”

Nasıl yazıyor…

“Sessizliği severim. Müzik dinlemiyorum. Benim için bu büyük bir dikkat dağıtıcı. Kalkıp odanın etrafında çok dolaşma eğilimindeyim. Uzun süre sandalyemde oturmuyorum, en fazla 15 veya 20 dakika. Sonra kalkıp etrafta dolaşmam gerekiyor. Harekette bahsettiğim ritmi buluyorum. Sadece hareket edince masamda oturduğumdan daha iyi bir şekilde kelimeler üretmeye başlıyorum.

Yazma eylemi fiziksel ve zihinsel olarak benim için çok yorucu. Bir günün sonunda o kadar yoruluyorum ki, sanki bir maratonda koşuyormuşum gibi hissediyorum. Özellikle bir roman üzerinde çalışırken akşamları giderek daha az okuyarak geçiriyorum.”

‘New York Üçlemesi’ üzerine…

“Gazetecilerde kişiyi halka tanıtan işini en iyi eseri olarak görme eğilimi var. Sonradan kaç film yaparsa yapsın, Godard her zaman en çok ‘Breathless/Serseri Aşıklar’ ile tanınacaktır mesela. Bu durum romancılar için de şairler için de geçerli. Öyle olsa bile, en iyi veya en kötü olarak düşünmüyorum. Sanat yapmak, olimpiyatlarda yarışmak gibi bir şey değil sonuçta. Gerçek şu ki New York Üçlemesi’nin çok iyi olduğunu düşünüp düşünmediğimi bile bilmiyorum.”

Ölmeye dair…

“İnsan her zaman ölmeye hazır olmalı. Ölüm her an gelebilir. Bunu çok iyi biliyorum, ama yapacak bir şey yok. Hayatım boyunca birçok insanı kaybettim. Böyle durumlarda ağlamayı beceremiyorum.” Röportajda Auster Joseph Joubert’ten  bir de alıntı yapıyor: “Canayakın bir şekilde ölmeli insan (eğer mümkünse).

New York’a dair…

“Orada doğmasaydım farklı bir yazar olurdum. Farklı bir yer hakkında yazardım. Tüm yazarlar, tüm yönetmenler en iyi bildikleri yere adanmıştır. Bunlar bizi oluşturan şeyler…”

Çelişkiler üzerine…

“Bence kendimizle çelişmeseydik, çok sıkıcı olurdu. Hayatta olmak sıkıcı olurdu. Fikrinizi değiştirmek muhtemelen insanların yapabileceği en güzel şeylerden biridir. Ve yıllar boyunca birçok şey hakkında fikrimi değiştirdim.”

‘4321’ romanına dair…

‘4321’, Auster’ın en büyük, en yürek burkan, en doyurucu romanı, gerçeklerin ve olasılıkların, aşkın ve yaşamın sürükleyici ve şaşırtıcı öyküsü olarak tanıtıldı çevrildiği her dilde. Yazarın 70. doğum gününde okuruyla buluştu bu kitap. Auster da bu kitabı hayatının en büyük kitabı olarak tanımladı ama sadece hacmi nedeniyle değil…

“Bu kitabı yazmak için tüm hayatım boyunca beklediğimi hissediyorum. Bunca yıldır buna hazırım.”

Okumaya dair…

“Dijital kitap okumaktan nefret ediyorum. Deneyimden zevk almıyorum. Kağıdı koklamayı, sayfaları çevirmeyi seviyorum. Bence kitap her zaman için başlı başına verimli bir teknoloji.”

Yanında daima olan şey…

Kalem. Ve hayır, yazmak için değil. En azından bu kararını tetikleyen şey yazmak değil. Auster, sekiz yaşında, tutkunu olduğu beyzbol maçında hayranı olduğu sporcu Willie Mays ile tanıştığında gidip ondan bir imza istemek için cesaretini topluyor. Ama yanındaki kimsede kalem yok. O an Mays daha fazla beklemeyip gidiyor, Auster ağlıyor… Yazar bu anısını yazar olmaya karar verdiği ana giden önemli bir dönüm noktası olarak tanımlıyor:

“Bebek değildim. Sekiz yaşındaydım ve büyük çocukların böyle şeyler için ağlamaması gerekiyordu. Sadece Willie Mays’in imzası değil, başka bir şeyim de yoktu. Hayat beni test etmişti ve her bakımdan kendimi istemiş bulmuştum.

O geceden sonra nereye gidersem gideyim yanımda bir kalem taşımaya başladım. Cebimde kalem olduğundan emin olmadan evden asla çıkmamak alışkanlığım haline geldi. O kalem için özel bir planım olmadığından değil, ama hazırlıksız olmak istemedim. Bir keresinde elim boş yakalanmıştım ve bir daha olmasına izin vermek üzere değildim. Başka bir şey yoksa, yıllar bana şunu öğretti: Cebinizde bir kalem varsa, bir gün onu kullanmaya başlamanız için cazip hissetmeniz için iyi bir şans var. Çocuklarıma söylemeyi sevdiğim gibi, böyle yazar oldum.”

Uzun zamandır hiç yapmadığı bir şey…

Araba kullanmak. Yazar 55 yaşına kadar trafik macerasını kazasız geçirdi. Ancak yaptığı bir kazadan sonra araba sürmeyi ömrünün son gününe kadar bıraktı:

“Bu kaza gerçekleştiğinde 55 yaşındaydım. Yani hayatım boyunca herhangi bir kaza olmadan, sorunsuz sürdüm. Böyle aptalca bir hata için kendimi suçluyorum. Bir dönüş yaptım, diğer yönden gelen başka bir arabayla çarpıştık. İnanılmaz endişe verici bir adnı çünkü dünyada en çok sevdiğim insanlar o arabada benimle birlikteydi ve onları kolayca öldürebilirdim. Bu bir tür kefaret, artık direksiyona geçmiyorum.”

Orhan Pamuk’la ilişkisine dair…

“Onunla tanışıklığımız çok eskiye dayanıyor. Kitaplarımı hep destekledi. 1989-1990 yıllarında bir kitabımı yayınlaması için Can Yayınlarını ikna etmişti. Sonrasında New York’a geldiği zamanlarda görüştük, evimizde ağırladık. Ama anlamadığım şey, Erdoğan’la aramızda bu atışma gerçekleştiğinden beri benimle hiç iletişime geçmedi. ‘Yanındayım’ ya da ‘Sözlerini destekliyorum’ gibi kısa bir özel not bile yollamadı. Senelerdir onunla görüşmüyorum.

Veda romanına dair…

Hacimli kitaplarıyla meşhur Auster, The Guardian’a verdiği röportajda son romanı ‘Baumgartner’ı şu sözlerle anlatmıştı:

“Kariyerim boyunca neredeyse hiçbir şey yapmadığım bir şey. Her zaman mütevazı büyüklükte kitaplar yazmıştım. İlk kez kısa bir anlatı denemek istedim.”

Yazar Paul Auster veda etti: New York’un sesi olmuştu