Pablo Neruda, Nazım Hikmet, Gabriel García Márquez… Kendi vatanlarında yasaklanan şair ve yazarlar. Dün 94 yaşında yaşamını yitiren Milan Kundera da onlardan biriydi. Hatta Nazım Hikmet gibi, doğduğu, büyüdüğü ülkesi Çekoslavakya’nın vatandaşlığından, siyasi görüşleri ve yazdığı kitaplar nedeniyle çıkarılmıştı. Gönüllü sürgüne gitmişti, o sürgün yerinde Fransa’da vefat etti.
Ölüm haberi, geldiğinde bugün Çekya olan eski vatanının başbakanı “Milan Kundera, tüm kıtalarda nesiller boyu okuyuculara ulaşan ve dünya çapında üne kavuşan bir yazardı” diyerek hakkını teslim edecekti.
Milan Kundera vatansız kalmıştı ama yeniden vatanına dönmeyi arzulamadı. Ona göre ‘Yaşadığı yeri terk etme arzusundaki insan mutsuz bir insandı’. “Alman aydınları 1930’larda Amerika’ya gitmek üzere ülkelerini terk ettiklerinde bir gün memleketlerine döneceklerinden emindiler. Yurtdışında kalmalarını geçici olarak kabul ettiler. Öte yandan, benim geri dönme konusunda hiçbir umudum yok. Fransa’da kalışım kesindir ve bu nedenle göçmen değilim” diyecek ve kendine yeni bir vatan inşa edecekti. Yeni vatanı artık romandı. “Nerelisin?” dediklerinde ‘Romancıyım’ demesi de bu yüzdendi.
Roman medeniyetin hamurunda var
Kundera’ya göre Batı medeniyetinin hamurunda romanlar vardı. ‘Roman Sanatı’ denemesinde yeni anavatanının sınırlarını çizdi. Ve kendi yarattığı vatanında yaşadı, özgürce yazdı. Hani o en bilinen romanı ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ var ya; işte roman vatanında özgürce yazdığı kitaplardan biriydi.
‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ en iyi romanı mı derseniz tartışılır, lakin en popüler romanıydı, onu ve hikayesini tüm dünyaya tanıttı. Yayın, düşün ve okur dünyası onu biliyordu belki ama 1988’de Philip Kaufman’ın, Daniel Day-Lewis ve Juliette Binoche ile bu romanı sinemaya uyarlamasıyla Milan Kundera’yı neredeyse tanımayan kalmadı. Genel olarak inişli çıkışlı ve tabii travmalı kişisel hikayesi de böylece bilinir oldu.
Milan Kundera: Önce şairdi sonra romancı oldu
1 Nisan 1929’da Çekoslavakya’daki Brno’da doğdu. Orta sınıf bir aileye mensuptu. Babası şair ve müzisyendi. Bunun için Milan Kundera da müzik ve şiire yöneldi. Lise eğitimini 1948 yılında Brünn’de bitirdikten sonra, Charles Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, edebiyat ve estetik üzerine eğitim alan Kundera, sonra film akademisine geçti.
2. Dünya Savaşı yılları onun için de ailesi için de ülkesi için de zorlu geçmişti. Kundera savaş bitimi sosyalizme gönül vermiş arkadaşları gibi Kominist Parti’ye üye oldu. O yıllarda şiir yazıyor ve şair olarak tanınıyordu. Hatta rejim yanlısı şiirlerdi bunlar. Sonraları pek sevmedi bu şiirleri ve çok da ortalarda gözükmesine izin vermedi.
Fakat 1950 yılında partiden atıldı. Ki ilk dönem eserlerinden 1958’de yayımlanan ‘Şaka’ romanında bu süreci anlattı. Louis Aragon’a göre yüzyılın en büyük romanlarından biriydi ‘Şaka’. Kundera’nın adının ülkesi dışında da duyulmasını sağladı. Özellikle de Fransa’da. Lakin bu roman nedeniyle ülkesinde artık muhalif yazar olarak adı anılacaktı.
1968 Prag’ında oradaydı
1960’larda okuduğu film akademisinde dersler vermeye başladı. Öğrencileri arasında gelecekte Çek Yeni Dalga Sineması’nın yaratıcı yönetmen kuşağı da vardı. Bunlardan biri Milos Forman’dı. Forman romanların dünyasına onun sayesinde girdiğini söylecekti sonraki yıllarda.
Lakin Kundera için 1968 bir kopuş yılıydı. Sosyalizm idealizminin nasıl tankların paletleri altında ezildiğini kendi gözleriyle gördü. SSCB’nin Çekoslavakya’yı siyaseten iğdiş ettiğine tanık oldu. Tüm dünyada yaşanan hayal kırıklığının tam ortasındaydı. O hayal kırıklığını çok derinden soludu.
Yeni yönetimin mimlediği isimlerden biriydi. İşinden oldu, düşünceleri ve yazdıklarından dolayı ‘karşı devrimci’ ilan edildi. 1976’da tekrar üyesi olduğu Komünist Parti’den ihraç edildi.
Bir kitap yazdı vatandaşlıktan çıkarıldı
Ama partiden atılmadan önce üzerindeki politik baskılar artmıştı. 1975’te eşiyle birlikte Fransa’ya bir anlamda sürgünde yaşamaya gitti. Burada yazdığı ‘Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nın yayınlanması sonrası dönemin hükümeti onu Çekoslavakya vatandaşlığından çıkardı. Yurtsuz kalmıştı. Ama Fransa’daydı ve romancıydı. Fransa’da sevdiği yazarlardan Jean-Paul Sartre’ın coğrafyasında özgürce yazdı.
1981’de Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın özel olarak hazılanan kararnameye imza atmasıyla Fransız vatandaşı oldu. 1981 yılında Commonwealth Ödülü’nü, Tennessee Williams’la paylaştı. Artık Batı dünyasının bildiği, tanıdığı ve onurlandırdığı bir yazar olmuştu.
Çok göz önünde olmayı sevmiyordu. Nadiren söyleşi veriyor ve sürekli yazıyordu. Fransa’da sessiz sakin bir yaşam sürdü. 1989’dan sonraki eserlerini Fransızca yazdı. Çekçeye çevrilmesine de genel olarak izin vermedi. Çevrilen eserlerini de kendi çevirdi. 2008’de Çek Ulusal Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü ama ödülünü almaya, eski vatanına gitmedi.
Lakin hayatta her şey değişiyor işte. 2018’in kasım ayında eski vatanının başbakanı Andrej Babiš’le, onun talebiyle Paris’te bir restoranda üç saat görüştü. Başbakan ona yeniden vatandaşlık vermeyi teklif etti. Vatandaşlıktan çıkarıldıktan 40 yıl sonra da vatandaşlığa tekrar alındı. Bununla ilgili hiçbir yorum yapmadı. Siyasi iktidarların yazar ve düşünürlere tahakküm kurma, onları cezalandırma girişimlerinin nasıl boşa çıktığının bir ispatıydı bu. Nadiren eski vatanını sessiz sedasız ziyaret ediyordu ama o yeni vatanı romanın en önemli isimlerinden biri olmuştu çoktandır.
Son varoluşçu yazar
Romanlarında hep tarihsel perspektif sunsa da, politik bir ton olsa da Kundera hep insanın yazgısıyla ilgilendi. Ona göre roman varoluşu araştırıyor ve bunu da felsefeden yüz kere daha iyi yapıyordu: “Bir romanın ne olduğunu iyi anlamalıyız. Bir tarihçi olup bitmiş şeyleri anlatır. Buna karşılık Raskolnikov’un suçu hiç gerçekleşmedi. Roman gerçeği değil, varlığı araştırır. Varolmak olup bitmiş bir şey değil, insanın önünde açılan olanaklar tarlasıdır. Roman yazarı varoluşun ya da insanlığın olanaklarını keşfederek varlığın haritasını çizer. Varolmak dünyada bulunmaktır. Çünkü insanın dünyası ve bu dünyanın olanaklarını, bize ne olduğumuzu, nelere gücümüzün yeteceğini gösteriyor.”
Kundera’dan geriye ‘Şaka’, ‘Ölümsüzlük’, ‘Gülünesi Aşklar’, ‘Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’, ‘Kimlik’, ‘Bilmemek’, ‘Ayrılık Valsi’, ‘Kayıtsızlık Şenliği’, ‘Roman Sanatı’, ‘Yavaşlık’, ‘Bilmemek’, ‘Buluşma’ ve tabii ki ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ eseri kaldı geriye. Son varoluşçuydu…Varolmanın acısını da, sancılarını da, sıkıntılarını da, özgürlüğünü de yaşadı ve bunu da yazdı…