Fransız Yeni Dalgası’nın en etkili isimlerinden Jean-Luc Godard, “Sinema D.W. Griffith ile başlar, Kiyarüstemi ile sona erer” der. Bu söz kimileri için doğru, kimileri için yanlış olabilir. Bir gerçek var ki İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden olan ve ‘Rüzgar Bizi Sürükleyecek’, ‘Kirazın Tadı’, ‘Arkadaşımın Evi Nerede?’ gibi kült filmleri bize armağan eden Abbas Kiyarüstemi, Nuri Bilge Ceylan da dahil olmak üzere pek çok usta yönetmene ilham oldu.
Şair Mehdi Muzaffer Saveci’nin, Kiyarüstemi ile ömrünün son yıllarında yaptığı söyleşiler, yönetmenin hayatını kaybettiği 2016 yılında kitap halinde basıldı. ‘Abbas Kiyarüstemi ile Söyleşiler’ adlı bu kitap, İran’daki ilk basımından yedi yıl sonra Mehmet Akif Koç çevirisiyle Alfa Yayınları’nda Türkiye’deki okurların beğenisine sunuldu. Bu söyleşilerde Kiyarüstemi’nin çocukluğunu, ailesiyle ilişkilerini, siyasete ve film sektörüne bakışını, kısacası Kiyarüstemi’ye ve bunun ötesinde İran’a dair birçok şeyi görmek mümkün.
Annesine bakışı yıllar içinde değişmiş
Çocukluk anılarıyla başlayan söyleşide o dönemler babasını annesinden daha fazla sevdiğini söyleyen Kiyarüstemi, “Babam basit bir işçiydi. Bu nedenle ben onu kalpten ve bir başka severdim. Bence biraz mazlum kalmıştı. Karar verileceği zamanlar pek bir rolü yoktu, bütün kararları annem verirdi” diyor.
Evde alınan kararlarda pek bir etkisi olmasa da Kiyarüstemi’nin kişiliğinin gelişiminde babasının büyük bir etkisi olduğu kitap boyunca gözümüze çarpıyor. Bir kere Şems’i ilk babasından duyuyor Kiyarüstemi. Sonra babasının, annesiyle her tartışmasını bir şiirle sona erdirdiğini söylüyor. Kiyarüstemi’nin şiirsel hikaye anlatıcılığında babasının etkisi vardı kuşkusuz .
Kiyarüstemi’nin annesine bakışı ise yaşı ilerledikçe değişmiş. O dönem İran’daki ‘örnek anne’ kalıbına annesini oturtamadığını, “Annem kendine çok iyi bakardı. Yani önce kendine bakardı sonra biz çocuklara. Bu açıdan ben pek mutlu değildim; çünkü onda bir nevi narsisizm ve bencillik buluyordum, kafamdaki anne profiliyle pek uyuşmuyordu. Yıllarca ona karşı bir tür gizli kin beslediğimi hatırlıyorum” sözleriyle ifade eden Kiyarüstemi, bu düşüncelerinin zamanla değiştiğini aktarıyor. Yönetmen bu konuda, “Bize sağladığı bu bağımsızlık ve huzurun ne kadar kıymetli olduğunu şimdi anlıyorum” diyor.
Kitabın ilerleyen kısımlarında Kiyarüstemi’nin anne tarafından dedesinin dindar olduğunu ve damatları üzerinde de baskı kurduğunu görüyoruz. Bu baskıdan ilk olarak Kiyarüstemi’nin babası kurtulmuş. Evlerin yeni yeni inşa edildiği bir yerde borç harçla kendi yuvasını kurarak, kayınbabasının hakimiyetinden çıkmayı başarmış.
Kiyarüstemi, babasının kafasında dini konularda bazı soru işaretleri olduğunu ve bir noktada namaz kılmayı bıraktığını, kendisine namaz kılmasını söyleyen eşine ise, “Genelde bir kere şehadet edilir hanım! Artık yoruldum. Allah’ın bir olduğuna ve Muhammed’in onun resulü olduğuna bir kere şehadet ettim, yeter artık!” dediğini anlatıyor.
Mehdi Hamidi Şirazi’yi uğurladığı gibi uğurlandı
Pahalı olduğu için gençlik yıllarında şiir kitapları alamayan Kiyarüstemi, bir gün bir arkadaşının ağabeyinin kitaplığında bulunan Aşk-i Maşuk’u ödünç almış. İki gün hiç uyumayıp kitabın kopyasını çıkaran ve kitaptaki şiirleri sular seller gibi ezberleyen Kiyarüstemi, yıllar sonra şiir kitabının sahibi Dr. Mehdi Hamidi Şirazi’yi biraz da şans eseri hasta yatağında ölümü beklerken görmüş. O yaşlarında artık Aşk-i Maşuk gibi şiirlere sırtını dönen yönetmen, arkadaşının da ısrarıyla Dr. Hamidi’yi şairin kendi eserinden şu dizelerle uğurlamış:
yorgun ben, bitkin ben, hasta ben, kolsuz kanatsız ben!
sabaha kadar uyanık ben, sabah kuşlarının gönüldaşı ben!
kırık kanatlı ben, başı belalı ben, aşkıyla dillere düşmüş ben!
Yanmış ben, bitik ben, ölü ben, yıldız sayan ben!
düşmanlıklar yaptı bana kaderim, talih yıldızım
vah bana, vahlar bana.
Kiyarüstemi sırt döndüğü bu şiirleri yıllar sonra bile baştan sona hatırlamasını, “Anladım ki, 15 yaşımdan 55 yaşıma kadar, yani 40 yıl boyunca o şiirleri sırf o gün için hafızamda tutmuşum” sözleriyle ifade ediyor. Yıllar sonra bu sefer hasta yatağında Hamidi Şirazi’nin yerini Kiyarüstemi alacak ve yönetmene, Sadi Şirazi’nin “Ölümümüzden sonra bir ömür daha lazım, çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik” sözleriyle veda edilecekti.
‘Ülke gündeminin insanları etkilemediği bir yerde film çekmek daha kolay’
Yabancı ülkelerde film çekmenin çok daha kolay olduğuna da değiniyor Kiyarüstemi. Bunu bir örnek üzerinden anlatan yönetmen, Japonya’da bir yılda dört kere başbakan değişse bile Japon halkının bundan hiçbir şekilde etkilenmeyerek hayatına olduğu gibi devam ettiğini söylüyor.
Ülke siyasetiyle ve gündemiyle ilgili herhangi bir kaygıları olmayan bu insanların yaptıkları işlere daha sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirten Kiyarüstemi, “İnsanları üzen, mutsuz eden ve öfkelendiren her şey, bizimle olan çalışmalarını etkiliyor. Bu yüzden insanlar, birbirleriyle herhangi bir ortamda bir araya geldiklerinde, gerektiği gibi çaba sarf etmiyorlar. Bu sebeple yurt dışında bana daha fazla saygı duyuluyor” diyor.
Tabii yurt dışında film yapmanın bir diğer avantajı ise bir film için izin alıp bir ya da iki yıl boyunca bu işe emek harcadıktan sonra içindeki bir sahne yüzünden filmin vizyona sokulmama gibi bir derdinin olmaması.
İran’da yaşamı boyunca sansürle karşı karşıya kaldı
Usta yönetmenin sansür hakkında konuşmalarını görmeden önce, daha ilk sayfalarda sansüre uğradığına ilk elden şahit oluyoruz. Zira kitabın girişinde 29 Temmuz 2009’da İngiliz gazetesi The Guardian’da yayımlanan söyleşisinden bir kesit görüyoruz. Burada, Kiyarüstemi “1979 Devrimi sırasında film yapmak imkansızdı. Ben de şehirden kaçıp taşraya sığındım” dese de İran’daki yayıncı bu sözleri kitaba, “Bir zaman şehirden uzaklaşıp taşradaki köylere sığındım” şeklinde almış.
Kiyarüstemi sansür konusunda oldukça deneyimli bir yönetmen. İranlı yetkililer, hayatta olduğu süre boyunca filmlerindeki sahneleri ‘sakıncalı’ görerek sansür uygulamaya çalıştı. Mesela Kiyarüstemi’nin ‘Rüzgar Bizi Sürükleyecek’ filminden Ömer Hayyam’ın “Zahide hurilerle dolu cennet hoş gelir/Onun bana üzümün suyu daha hoş gelir/Onun cenneti veresiye benimki peşin/Ne var ki uzaktan davulun sesi hoş gelir” dizelerini çıkarması istenir ancak Kiyarüstemi, Hayyam’ın eserleri hâlâ kütüphanelerdeki yerini korurken, bu dizeleri çıkarmak istemez. Dolayısıyla film İran’da yasaklanır.
Yetkililerin filmlerini izlemeden karar verdiklerini belirten Kiyarüstemi, “Ben bağımsız bir sinemacıyım ve doğal olarak yetkililer benim bu bağımsızlığımı sevmiyorlar. Çünkü beni etki altına alamıyorlar. Ve ne yazık ki, acaba benim çalışmalarımın bu tür müdahale, tahakküm ve yönlendirmelere ihtiyacı var mı diye hiç bakmıyorlar. Elbette hiç ihtiyacı yok. Yani doğru düzgün bakarlarsa, benim Devrim’den önce yaptığım filmlerin Devrim’den sonra yaptıklarıma, Devrim’den sonra yaptıklarımın da Devrim’den önce yaptıklarıma benzediğini anlayacaklar. Onlar içeriğe bakmadan karar veriyorlar” diyor.
‘Biz kahraman istemiyoruz ki…’
Bağımsız sinemanın ‘en kötü dönemini’ yaşadığını söyleyen Kiyarüstemi, bunun sorumlusunun da devlet olduğunu vurguluyor. “Bağımsız sinemayı devlet savunur, ticari sinemayı ise millet. Halk genel olarak düşük bir zevk seviyesine sahiptir, insanlar keyif aldıkları ve eğlendikleri filmleri severler. Filmin sonunda kafalarında hiç soru işareti bırakmayan filmleri” diyen Kiyarüstemi sözlerine, “Bağımsız sinema düşünen ve düşündüren bir tarza sahiptir. Adından da anlaşılacağı üzere bağımsızdır, müstakil hareket eder. Devlet yetkilileri ve hükümetler ise bağımsızlığı sevmezler” şeklinde devam ediyor.
Kiyarüstemi bu noktada bir filminde helikopter uçurmak istediğini ancak bunda nasıl başarısız olduğunu anlatıyor. Depremzedelerin hastaneye götürüldüğü bir sahne çekmeyi isteyen yönetmen, bütçe az olduğundan dolayı helikopteri indirememiş. Plana göre helikopter havada uçup geri dönecekmiş. Ancak bu sefer de Tahran’da helikopter olmadığı için aracın başka bir yerden geleceği ve fiyatının da üç katına çıkacağı söylenmiş. Kiyarüstemi buna da olur demiş. Ne var ki uçak şirketi parayı dolar cinsinden isteyince Kiyarüstemi’de kayış kopmuş.
Yönetmenin bu olaya epey gücendiğini, “İslamcı ve yönetime bağlı yapımcıların filmlerinde ne uçaklar, tanklar, helikopterlerin kullanıldığını görmüşsünüzdür. Benim gibi İslamcı ve hükümete bağlı olmayan biri, depremle alakalı bir bölgenin üzerinde ve tesadüfen devlet yardımlarıyla ilgili bir sahnede havada helikopter uçurma şansına sahip değildi” sözlerinde görmek mümkün.
Bağımsız yönetmenlerin devletten kredi almak zorunda kaldığını, kötü şartlar altında film çektiklerini ve bunların üstüne bir de filmlerinin çeşitli nedenlerle vizyona girememesine değinen Kiyarüstemi, “Hayat şartları zordur ve bazen sanatçının ticari filmler yapmaktan başka çaresi kalmaz. Benim de kredi borçlarım olsaydı, yaptığım filmin parasını borçla bulmuş olsaydım, doğal olarak gidip yetkililerin kapısının önünde saatlerce oturacak, boynumu büküp yardım talep edecektim” diyor ve şöyle ekliyor:
“Başka çaremiz yok. Bütün güçler, hem ticari hem de yönetim kademesi, çok özel bir çabayla bağımsız sinemayı yok etmek için mücadele ediyorlar. Bu yüzden ne beklentimiz olabilir? Kahraman istemiyoruz ki… Yönetmen yönetmendir; bu kadar. Amacı film yapmak, kâr etmek, geçimini sağlamak ve bir sonraki filmini yapabilmektir. Biz kahraman istemiyoruz ki…”