Türkan Elçi, Diyarbakır Barosu Başkanı eşi Tahir Elçi’nin öldürülmesinin ardından verdiği hukuk mücadelesiyle tanıdığımız bir isim. O aynı zamanda, Tahir Elçi İnsan Hakları Vakfı Başkanı, edebiyatçı, öğretmen, avukat ve insan hakları aktivisti. Ve aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin 28. dönem milletvekili.
Daha önce öykü ve şiirler kaleme alan Elçi, geçen yıl ‘Kara Karga’ adlı ilk romanıyla okurlarla buluştu. Yazar ilk romanında, okurlarına baskı ve zulme başkaldıran kargaların hikayesini anlatıyor. Romanın iki kahramanı var. Biri işkenceye uğrayıp ölüme terk edilen bir kadın, diğeri de prangalar içinde ölmeye yatırılmış bu kadına hikâyeler anlatan karga Özgür Telek. Elçi, Duvar’dan Özlem Karahan’a verdiği röportajda, ‘Mavi Karga’nın yaşadığımız dönemden izler taşıdığını belirtmişti:
“Mavi Karga, bulunduğumuz dönemin göğünde ve karasında karmakarışık ruh haliyle dönüp dolaşmaktadır. Bazen uçacak kanat bulamamaktan yakınır, kanatları ruhsuz bir dal parçası gibidir. Biz de çoğu zaman böylesi bir ruh haliyle dönüp dolaşmıyor muyuz? Kendimizi kötü hissetmemiz için sosyal medyaya bir iki dakika bakmamız kâfi geliyor. Aynaya bakarken kendimizi görüyoruz, keşke bu aynada daha güzel bir şeyler görebilseydik.”
Kemal Gökhan Gürses’in kapak tasarımını yaptığı, Doğan Kitap etiketiyle yayınlanan romandan tadımlık bir bölüm paylaşıyoruz.
CUMA
Ben neredeyim? İçinde tuz varmış gibi yanan gözlerimi açabilsem, belki anlarım nerede olduğumu. Başımın hizasındaki dikey çizgilerin arasından gri ışık huzmeleri uzuyor. Gözlerim yanıyor, akan yaşla beraber biraz daha ışık doluyor gözyuvalarıma. Solukluk yerini parıltıya bırakıyor adım adım.
Derime batan, topraktan fışkırmış gibi duran sarı saplar… Bir ekin tarlası. Toprak buğday kokuyor, susuzluktan çatlamış kurak bir toprak. Gözlerimi kırpıştırdıkça sulanıyor, sulandıkça içindeki tuz dışa akıyor. Daha iyi görüyorum gölgesi toprağa düşmüş ekin saplarını, aralarında dolaşan birkaç karıncayı bile görebiliyorum, arkadakiler öndekini takip ediyor, sadece takip.
Sapsarı bir deryadayım, canıma batan sarılığın bir de hududunu görebilsem. Sonsuz sarılıkla uyumlu koca gövdeli bir ağaç duruyor karşımda. Ağacın sonrasında ne var, dağ mı, tepe mi, deniz mi? Ben neredeyim, kim getirdi beni buraya?
Alnımda ve şakaklarımdaki basınçtan gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi, başım çok ağrıyor. Bileklerimde de ağrı var, beni neden bağlamışlar? Biraz kımıldasam çözebilir miyim düğümleri? Önden bağlasalarmış bulurdum bir çaresini ama ellerim arkadan bağlı. Beni neden buraya getirip atmışlar, en son neredeydim? Evde. Çay koymuştum. Sonrası… Sonrasını hatırlamıyorum.
Sanki sağ bacağım daha çok şişmiş gibi. Dizimin altında ma- deni para büyüklüğünde yanık izleri var. Bacağımın üzerinde dolanan karasinek ya yaralarıma konarsa? Kımıldarsam konmaktan vazgeçer belki. Üzerimde iç çamaşırım bile yok, anadan üryanım. Ayaklarımı birbirine sürtsem ipler gevşer mi? Neredeyim, beni buraya ne zaman, kimler getirdi? Mayalı hamura dönen etimin içinde tırnağım kaybolmuş. Eller, kıllı bilekler… Bacaklarımda, gövdemde birden fazla el dolaşıyordu; öksürmüş, durmadan öksürmüştüm.
Dudaklarım çok kurumuş. Tanrım, ne kadar sürecek bu bekleyiş? Adamlardan biri “Bağlayın!” diyordu, öteki “Çözün!” diyor, biraz daha uzaktan gelen ses ha bire ”Senin kalemini kitabını, bak seni…” diye bağırıyordu.
Bas sesli “Yazık etmişsin kendine” diyordu. Adamın zifir bıyıklarından çenemin altına dağılan kokuyu hatırladım. Sağımda- ki, sözcüklerden ziyade ağzından boşalan dumanıyla konuşuyor du benimle:
“Ho hoooy, senin gibi kadınları iyi biliriz, ho hooy! Nasıl da süt dökmüş kediye dönmüşsün.”
Bas sesli “Güzel kadınmışsın, bunca zamanı boşa harcamışsın, yazık etmişsin kendine, hiç kimse seni hatırlamayacak bile” diyor.
Bu ekin tarlasının kesif kokusu midemi bulandırıyor, sağ ba- cağım gittikçe daha çok şişiyor. Kusmak istiyorum, kusarsam ra- hatlar mıyım acaba? Bu tarlanın hududu nerede bitiyor, içinden yol geçiyor mu, ben neredeyim?
Bu dünyada karşımda duran ağaç ve sarı saplar dışında hiçbir şey yok sanki.
Ellerimi iplerden kurtarabilsem dudağımın kenarındaki ka- buğu koparıp atacağım. Dişimle koparmaya çalışıyorum fakat ol- muyor. Tuzlu bir damla sonrasında yayılan sızıyı emiyorum.
Bu sarı derya çocukluğumdaki ova köyüne çok benziyor. Babam, annem ve hüznün renginde kaybolmuş toprak damlı evler. Babamın gülümseyen gözleri, dudağını geçmiş bıyıkları, bilmem kaçıncı görev yeri, yolu olmayan ücra beldelerin ıssızlığına sü- rülmüş. Yüzünün aydınlığından umut akıyor. Mutlu; köylülerle beraber olmaktan mutlu, karatahtanın tebeşir tozlarının içinde olmaktan mutlu. Babamın bize zaman ayıramamasından mustarip annem. “Başkasının evladı seninkiyle aynı kefede olamaz bey, bey!” diyor, ardından gözlerini deviriyor. Babam, çalı çırpı saçaklı damların gölgeliğindeki üstü siyah lastikten örülü tahta kürsü- ye oturmuş, köylülerle emek-sömürü üzerine bitmeyen sohbetler ediyor. Onları çok seviyor, onlara bir şey öğretmekten, onlardan çok şey öğrenmekten aldığı kadar hiçbir şeyden haz almıyor. “Ne zamana kadar bu köylerde, ne zamana kadar?” diyerek gözlerini deviriyor annem.
Sağ bacağım çok ağrıyor, biraz da sol tarafıma mı yatsam, ama o kadar zor ki dönmek! Yok, yok, dönemiyorum, maalesef dönemiyorum. Gök ne kadar da mavi! Bulutlar yer değiştiriyor. Üzerimde dönenip duran bu kuş ya gelip yarama tünerse? Yap- masın, yapmasın bunu. Yavaş yavaş inişe geçiyor, kesin etimi gagalayacak. Sol mememden koltuğumun altına yayılan bir ağrı var. Ya ağrıyan göğüslerimi gagalarsa? Sağ bacağım çok ağrıyor, dudaklarım biraz daha kurudu.
Tam da başucuma kondu, gözleri ne kadar da siyah, bon- cuk gibi! Gaklamadan bana bakıyor sadece. Köydeki imamın, Azrail’in çoğu zaman kuş kılığında başucumuza konup ruhumuzu bedenimizden alıp götüreceğini söylemesinden sonra sapanla kuşları öldürmeyi, dam saçaklarının arasına saklanmış yavruları yakalamayı da bırakmıştık. Bizdeki merhamet değil, korkudan kaynaklı bir vazgeçişti.
Karga gözlerimin içine derin derin bakıyor; içimdeki köy çocukları korkudan siniyor.
Bu kargada farklı bir şey daha var sanki; ruhuma iyi gelen bir aşinalık. Başka bir taşın üzerine tünedi. Dingin gövdesinden ya- yılan, ruhunu sazlıktan almış, dokuz boğumdan mürekkep bir neye benzer sesiyle ötmeye başladı. Ova biraz daha sarardı, her taraf sazlığa döndü. Gagasından dökülen ötüş kimi zaman kalınlaştı, kimi zaman tiz bir sese dönüştü.
Bacağım çok ağrıyor, dudağım biraz daha kurudu. Bu defa başını göğsünün ortasına gömdü, özellikle sesini inceltmeye ça- lışırken kafasını öne arkaya doğru hareket ettirdi. Ben yok olmadan önce acımı daha artırma derdinde midir? El bileklerim biraz daha şişiyor, bacağımın ağrısı artıyor. Sonbaharı hatırlatan rüzgâr, yazdan geriye kalan sarılıkta dolaşarak sapları usul usul tarıyor. Ağrı her tarafıma yayılıyor, ayak bileklerime bağladıkları ipler giderek etimin içine gömülüyor, bacaklarım renk değiştiriyor. Birilerinin yolu buradan geçer mi? Geçse bile görürler mi beni? Görseler bile cesaret ederler mi, elleri bağlı, çırılçıplak bir kadına yardım etmeye? Etim çok acıyor, karga ötmeye devam ediyor. Uğursuzluk mu?
Karabatak’ı neden acı içinde debelenirken bile sayıklıyorum, onun aklının bir köşesinden, kıyısından geçmediğimi bile bile? Ulaşamadığım, başaramadığım tek şeyim olduğu için mi? Beni evden almışlardı, sonrasında kaç gün olduğunu bilemediğim bir boşluk… Kaç gün oldu evden ayrılalı? Karabatak merak etmiş midir, mesaj göndermiş midir? Yoo pek zannetmem, yokluğumu bile fark etmemiştir. Annem merak etmiştir ama buna eminim, onun ağlamaktan gözleri hemen şişer, çocuklarına çok düşkündür. Birçok yere başvurmuştur, kapı kapı dolaşmıştır. Arkadaşlarıma haber vermiş midir? Telefonumun şifresini bilmez ki… Annem açabilseydi telefonumu, arkadaşlarıma daha rahat ulaşabilirdi, keşke telefonumda şifre olmasaydı.
Güneş yer değiştirdi, ben yerimdeyim. Vücudumun rengi değişti, dünyanın rengi değişti. Sarı tarlalar bakır rengine dön- dü, saplar kızıl kızıl ışıldıyor, karıncaların yolculukları devam ediyor. Üzerime bir ağırlık çöktü. Bacağımdaki yara kaşınıyor, kaşımaya tırnak bulamıyorum, tırnaklar bana ait değil, kullanamıyorsam bana ait değil. Tanrım bana tırnak, yaramı kaşımaya tırnak, bana parmak ver, el ver, düğümü çözmeye güç ver, bileklerim çok şişti. Beklemek dışında yapacak hiçbir şey yok.