Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK demografi verilerini açıkladığında yer yerinden oynamadı, zaten yıllardır biliniyordu: Türkiye yaşlanıyor. Benim gibi X kuşağı mensupları için bu olgu adeta kişisel yaşlanmamızla el ele. Gençken yaptığımız sunumlarda markanın büyüme potansiyelini vurgulamak ya da yurtdışından bütçe koparmak için Türkiye’nin genç nüfusundan muhakkak bahseder, kendimizi de o müthiş potansiyelin parçası hissederdik.
Newsweek’in kapağında Istancool’u görüyorduk, yurtdışında okumuş, orada çalışmaya başlamış arkadaşlarımız Türkiye’ye geri dönüyordu, internetin yaygınlaşması önümüzde sonsuz olanaklar açıyor gibiydi. “Sonra işte yaşlandık,” Gülten Akın’ın dediği gibi. Türkiye de dünya da bizi üzdü.
Belki bu yüzden olsa gerek yakın zamanda okuduğum iki kitap beni bir başka etkiledi. İlki J.M.Coetzee’nin henüz Türkçe’ye çevrilmeyen son eseri ‘The Pole and Other Stories’ (Polonyalı ve Diğer Öyküler). İşin ilginci Güney Afrikalı Coetzee kitabı önce İspanyolca yayınlamış. Bu tercihin de işaret ettiği gibi katman katman açılan, tuhaf bir kitap bu.
‘Polonyalı’ isimli uzun hikâye 72 yaşındaki Polonyalı bir piyanisti hayatının sonbaharında aşık olduğu İspanyol kadının gözünden anlatıyor. Hikayede yaşlılık ve ölüm adeta arzuyla ilişkiye giriyor. Arzulayan ve arzulananın birbiriyle ilgili yarattığı hikayeler çarpışıyor. İki karakteri de tam tanıyamadığımızı bir okuma deneyimi okura ‘iki insan birbirini gerçekten tanıyabilir mi, ne kadar tanıyabilir ki” diye sorduruyor.
Dante’nin hayatında sadece iki kez gördüğü Beatrice’ye olan aşkı ve İlahi Komedya kitapta önemli referans noktaları ve aşkın tıpkı hikaye yaratmak gibi tam bir inşa olduğunun altını çiziyor. İki kez Booker ödülü alan Nobel ödüllü 84 yaşındaki Coetzee’nin hâlâ aşk ve arzunun doğası üstüne düşünmesi ve bizi de düşündürmesi ne güzel.
Okuduğum diğer kitap ise Paul Auster’in son romanı ‘Baumgartner’. Auster etrafımda bolca hayranı olmasına rağmen nedense ısınamadığım bir yazardı. Kitaplarını okurken ustalığını fark ediyordum etmesine ama kalbimden yakalamıyordu bir türlü- bazen olur öyle.
Auster’in hastalandığını ve Baumgartner’den “muhtemelen son kitabım” diye bahsettiğini okuyunca tekrar Auster okuma zamanı geldi diye düşündüm. Baumgartner on yıl evvel kazada yitirdiği karısının ardından hâlâ yas tutan bir felsefe profesörünün hikayesi. Profesörün hem bugünü hem de anıları.
Çok sevdim Baumgartner’ı. Bir önceki yazımda bahsettiğim inandığım türden uzun bir ilişkinin tasvirine yer verdiği için… Yaşlanmakla ilgili acındırmadan gerçekçi bir resim çizdiği için, işin hâlâ doyum verdiği bir yaşlılığı hayal ettirdiği için ve herkes için daima yeni bir bölümün yazılmasının mümkün olduğunu anımsattığı için…
Bilge bir yazardan sevgi üstüne bir etüt, aynı zamanda yazının veya geniş tanımıyla sanatın ölüme direnişi üzerine bir saygı duruşu.
Kent Haruf’un öleceğini bile bile yazdığı ve ölmeden sadece 45 gün evvel tamamladığı romanı ‘Ruhların Sonbaharı’ndan çok etkilenmiştim. Haruf aşk üzerine düşünerek geçirmeyi seçmişti son günlerini. O günden bugüne ‘Yaşlılık döneminde iyi bir yazar hangi temaları ele almayı seçiyor’ sorusu ilgimi çekiyor. Okuduğum son iki kitaba baktığımda ortak meseleleri olduğunu görüyorum: Hayatımızı düşünürken hayatımızı hikayeleştirme eğilimimiz, kim olduğumuza dair kendimize anlattığımız hikayeler, başkalarının bize kim olduğumuzla ilgili anlattığı hikayeler ve tüm bu hikayelere rağmen özünde ne bildiğimize tam da emin olmadan yaşayıp gitmemiz.
İki eser de bu büyük bilinmezlikle baş etmekte yazıyı önemli bir kuvvet olarak öneriyor. İki yazarın neşter keskinliğindeki dili, okumanın ne büyük bir keyif olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor.
İyi anlatılan bir hikayeye kapılıp gitmek gibisi yok.
Yazıda bahsi geçen yazarlar, kitaplar:
📚 J.M Coetzee, The Pole and Other Stories
📚 Paul Auster, Baumgartner
📚 Kent Haruf, Ruhların Sonbaharı
Meraklısına not: Benim tesadüfen peş peşe okuduğum Paul Auster ve J.M Coetzee meğer mektup arkadaşıymış. 📚 ‘Şimdi ve Burada: 2008-2011 Yazışmalar’ diye bir kitapları var.