Bu hafta Kanadalı ünlü yazar Alice Munro’yu kaybettik. Alice Munro hayatını tek bir edebi forma, öyküye, adamış o nadir yazarlardandı. Çağdaşlarının neredeyse tamamı tarafından yüceltilen bir ustaydı. 2013’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğünde, Ödül Komitesi Munro’nun 14 öykü kitabına atıfta bulunarak, yazarın “bir romanın tüm epik karmaşıklığını birkaç sayfada verme mahareti”ni övmüştü. Ben de bayılırım Munro’ya. Edebiyat sevip Munro sevmemek neredeyse düşünülemez.
Öykü evi çekip çevirmesine izin verdi
Munro’nun hikaye formuna kendi adamasının tek bir sebebi var: Anne olması. Anthony DePalma’nın New York Times’da yazdığı gibi Munro üniversitede edebiyat okurken okulu bırakıp evlenir ve kısa süre sonra çocukları olur. Munro “Evi çekip çevirmekle uğraşmak- çocuklara meyve suyu vermek, telefonu çalınca açmak ve kediyi eve almak”- annelikle yazarlık hayallerini dengelemeyi gerektirdi, roman yazmak gibi uzun projeler için zamanım ve enerjim kalmıyordu” der. Odağını kısa öykülere çevirir, çünkü bu edebi formun bir yandan da çocuklarını büyütmesine ve evi idare etmesine müsaade edeceğini düşünür. Yani hikayenin primadonnası bir bakıma anne olduğu için ustalaşmıştır. Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında, ödülü almaya gitmez. Onun yerine Kanada’da kendisiyle bir röportaj yapılır. Röportajda Munro’ya “Öykü yazmak sizi bütünüyle ele geçiriyor muydu” diye sorulur. Munro “Evet geçiriyordu, ama öte yandan, her gün çocuklarımın önüne yemek de koyuyordum.” der.
Çocukları yetişkin, işyeri sevimli olmasını bekledi
Bir diğer Nobelli yazar Toni Morrison da pek farklı değil. Morrison, bir oğlu üç yaşında, diğeri henüz karnındayken eşinden ayrılmaya karar verir. Random House’da editördür, ilk kitabı henüz taslak haldedir, dünya çapında ünlü bir yazar olmaktan henüz çok uzaktır. The Washington Post’da Stacia L. Brown’un yazdığı gibi iki oğlunu bekar bir anne olarak büyütmeye karar verir ve bu kararından hiçbir zaman pişmanlık duymaz. 2012’de 80 yaşında verdiği bir röportajda şöyle der “Beni özgürleştiren çocuklarım oldu, çünkü ihtiyaçları basitti. Bir, benim becerikli olmama ihtiyaçları vardı. İki, benim bir mizah anlayışım olmasını istiyorlardı. Ve üç, benden bir yetişkin olmamı bekliyorlardı. Bunu benden başka kimse beklemiyordu. Mesela işyerinde feminen, baskın veya sevimli olmam bekleniyordu.”
Virginia Woolf ‘Kendine Ait Bir Oda’yı 1929 yılında yazar. Bu ünlü deneme erkeklere toplumun tanıdığı alanların kadınlara sunulmamasına dikkat çeker, kadının sesinin toplumda duyulabilmesi için kadının hem entelektüel hem maddi özgürlük içinde olması gerektiğini öne sürer.
Bu kadınların adları barlara verilmiyor
Ursula LeGuin, Alice Munro, Toni Morrison gibi yazarlar zoru başaranlar. Kendilerine ait bir odaları olup olmadığına bakmadan, annelik rollerini de yürüterek olağanüstü eserlere imza atmışlar. Buna rağmen mesela Hemingway’in avcılığını, savaş muhabirliğini, boğa güreşi merakını biliriz de bu sakince başyapıt üreten kadınların hayatlarına dair pek bir şey bilmeyiz. Sessiz sedasız, çocuk büyüterek baş yapıtlar yazdıkları için, birer popüler kültür figürüne dönüşemezler, hayatlarından film yapılmaz, isimleri barlara verilmez. Tam da bu yüzden benim gözümde kahraman statüsündeler.