Türkiye’de kadın cinayetleri ile ilgili haklı toplumsal tepkinin çığ gibi büyüdüğü bugünlerde, Filmekimi’nde izlediğim filmler kadına yönelik baskı ve şiddetin nasıl sistematik olduğunu, ne kadar geriye gittiğini bir kez daha düşünme fırsatı verdi.

İstanbul sonbaharda bir başka güzel. Benim için yıllardır sonbaharın başlaması Filmekimi ile eşleşiyor. İKSV’nin düzenlediği Filmekimi, Cannes, Venedik gibi film festivallerinin hemen peşinden geldiğinden, bu festivallerin seçkilerini de içeren bir çiçek buketi adeta. Bu seneki kampanya sloganları “iki gözümün çiçeği” bu bakımdan çok hoşuma gitti.

Biz City’s’de gösterilen filmlere öncelik verdik, işle festivali ancak bu şekilde uyuşturabildik. Bu sene Cemal Reşit Rey’de de gösterimler oldu. Rahat rahat oturulan salonla festival birbirine yakıştı. Bir diğer yenilik de CRR hariç salonlarda numarasız oturma düzeni olmasıydı. Bu da rahat oldu, yıllardır Lale Kart’la önceden bilet almama rağmen hep kenar köşe yerlere düşmekten bıkmıştım. Her seansta kolayca yerleştik, numarasız düzende boşluk bırakmadan oturmaya da inşallah alışacağız.

Bu sene seçim yaparken ödüllü veya çok bahsi geçen filmlere odaklandık. Bazıları şu an gösterimde, bazıları gösterime girecek. Filmleri festivalden sonra da yakalamak isteyenlere, işte izlenimlerim:

O da müzikal, bu da müzikal: Joker Folie Deux ve Emilia Perez

Festivale çok konuşulacak bir filmle giriş yapalım dedik, demez olaydık. Joker hakikaten bugüne dek yapılan tüm olumsuz eleştirileri hak ediyor. Sezen Aksu’nun sözleriyle Joker ‘franchise’ına artık hayatımdan çıksan diyorum, bu ikili delilik bana uymadı.

Ama Emilia Perez öyle mi? İlk andan itibaren şaşırttı, sarstı. Müziğiyle, danslarıyla sürprizlerle doluydu. Güçlü oyuncuların hakkını verdiği güçlü karakterler, inanması güç bir hikayeye ilk andan itibaren tüm kalbimizle bağlanmamızı sağladı. Joker’de parlatılmaya doyulamayan Lady Gaga vardı, burada ise ‘ensemble’ içinde sakince yerini bulmuş bir Selena Gomez. Filmekimi’nde izleyebildiklerim içinde en sevdiğim film. Aynı zamanda Fransa’nın Oscar adayı.

Bu senenin Barbie’si: Cevher

Cevher

Barbie filmini sevmedim, feminizmi araçsallaştırdığını ve kapitalizmin hizmetine sunduğunu düşündüm, bunu da yazdım. Demi Moore’un baş rolünü oynadığı Cevher de benzer kadınlık meselelerini dert ediniyor, Barbie filmi gibi parlak renklerle donanmış hiper reel bir estetiği var. Ama Cevher hem daha derin, hem de tüm o çabalı estetiğine rağmen daha samimi. Cevher’ in gözü daha çok yaş ayrımcılığında: Kadının yaşlandıkça özellikle yaşlı erkekler aracılığıyla değersizleştirilmesinde, maruz kaldığı baskıyı içselleştirmesinde. “Body horror” türünün hakkını veriyor, öyle ki yer yer izlemekte zorlandım. Ama Barbie’den daha fazla beğendim.

Yandaki Oda: Kitabı daha güzel

Sigrid Nunez’i ‘What Are You Going Through’ (Nelerden Geçiyorsun) kitabı sayesinde tanıdım ve hemen sevgili yazarlarım arasına girdi. Bu film de What Are You Going Through’nun film adaptasyonu. Pedro Almodovar’ın elinde elbette gayet izlenesi, zaten Venedik’te Altın Aslan’ı aldı, ama kitap çok daha güzel. İki mecranın imkanlarını karşılaştırmak adına güzel bir deneyim oldu. Neden iki kadının dostluğunu kitapta daha derin bir şekilde hissettim? Üzerinde düşünmeye değer.

Nostalji ve hüzün elele: Marcello Mastroianni ve Christopher Reeve

Marcello Mio, babasına neredeyse tıpatıp benzeyen Chiara Mastroianni’nin, oyunculuk serüveninde, bu benzerlikle, anne babasının ünüyle ve baba özlemiyle nasıl baş ettiğinin hikayesi. Marcello Mastroianni’nin arşiv görüntülerinde gözlerindeki çapkın pırıltı bana sinema sevgisini aşılayan babamı anımsattı. Chiara Mastroianni’nin çocukluk evine annesiyle dönmesi, babasının eski dostlarıyla diyalogları, tüm bunlar gayet kişisel bir yerden bu filmi sevmeme hizmet etti. Sonradan baktım, film hakkında yapılan değerlendirmeler pek parlak değil, ama ben gene de izlediğime memnunum.

Super/Man filminden bir kare

Superman: Christopher Reeve’in Hikayesi ise bir dökümenter. Süperman filmleri, Christopher Reeve hakkındaki magazin haberleri çocukluk ve gençlik yıllarımın arka planına ne kadar eşlik etmiş, ben de filmi izlerken şaşırarak fark ettim. Çok sevilen, çok onurlandırılmış, başına gelenlere rağmen şanslı bir insan Christopher Reeve. Filmin en duygulandıran taraflarından biri Robin Williams ile dostluğu. Bu açıdan Yandaki Oda ile uzaktan uzağa bir diyalog kurdu.

Kadınlar, kadınlarımız ve bazı Oscar adayları

Kutsal İncirin Tohumu, Aydınlık Hayallerimiz, Hala Buradayım, Vermiglio ve Şişli Kız…Bu beşli bence aynı grubun üyeleri. Kutsal İncirin Tohumu Almanya’nın Oscar adayı. Yönetmeni rejim karşıtı propaganda suçlamasından ötürü İran’dan kaçmış Mohammad Rasoulof. İran’da kadınların gördüğü baskı, baş etme mekanizmaları ve direnişlerle ilgili güncel ve yer yer dokümentere kayan bir bakış.

Aydınlık Hayallerimiz

Aydınlık Hayallerimiz, bu sene Cannes’da Büyük Ödül’ü aldı. Hem Fransa’nın, hem Hindistan’ın Oscar kısa listesinde yer aldı, ama iki ülkeden de aday olamadı. Hindistan’da farklı yaşlardan üç kadının onları hırpalayan bir şehirde ve düzende özgürleşme hikayesi. Eleştirilerde yere göğe konamamış, ama Mumbai’nin karmaşası izlerken beni çok zorladı. Hala Buradayım 2024’te Venedik’te en iyi senaryo ödülünü almış, Brezilya’nın Oscar adayı. Ordu tarafından gözaltına alınan ve kaybedilen eski bir milletvekilinin, karısının ve çocuklarının gerçek hikayesi, kaçmaz.

Şişli Kız

Vermiglio, İtalya’nın Oscar adayı ve Venedik Büyük Jüri Ödülü’nün sahibi. İzlediğim filmler arasında görsel olarak en güçlü olanlardan biri. Filmi sadece buradan değerlendirmek doğru değil, ama beni gene en çok kadın mücadelesi açısından etkiledi. Şişli Kız ise bu gruptaki favorim. Danimarka’nın Oscar adayı ürkütücü bir Andersen masalı gibi ve gerçek bir hikayeye dayanıyor. 1. Dünya Savaşı sonrasının sefaleti, tek başına bir kadının bu sefalette varoluş mücadelesi.

Türkiye’de kadın cinayetleri ile ilgili haklı toplumsal tepkinin çığ gibi büyüdüğü bu günlerde, bu filmleri peş peşe izlemek yüreğimi burktu, içimi kararttı. Ne kadar geriye giden, ne kadar sistematik, ne kadar dur durak bilmeyen bir baskı ve şiddet. Bunlara boyun eğmemek ne müthiş bir irade, adanmışlık ve mücadele gerektiriyor.

Mücadele nerede başlar?

Mücadele elbette görmek, göstermek ve adını koymakla başlar. Bakması zor olanı görmekte sanatın rolü tartışılmaz. Meksikali şair Cesar A. Cruz’un dediği gibi sanat rahatsız olanı teselli etmeli, konforlu olanı rahatsız etmeli. İKSV’e ve tüm emeği geçenlere bizi hem teselli, hem rahatsız eden bu yapıtları gösterime sundukları için teşekkür borçluyuz.