Grammy’lere -en azından popüler kültür ve sosyal medyadaki yansımasına- bu sene ilk Grammy’sini kazanan Miley Cyrus damgasını vurdu desek yeri. Yıllardır Miley Cyrus’u ‘Pazarlamada Konumlandırma’ dersinde öğrencilerimle örnek olarak çalışırız.
Hatırlarsanız Miley, Disney dizisi Hannah Montana ile bir dönem çocukların sevgilisiydi. Ancak çocukların sevdiği markalarla ve ünlülerle ilgili şöyle bir sorun oluyor. Çocuklar büyüyünce, onlara çocukluklarını anımsatan birçok şeyden soğuyorlar. Miley bu sorunu güzel aştı, Wrecking Ball klibi, habire dil çıkarması ve Twerk dansı ile şirin Hannah Montana’nın tam tersi bir imaj yarattı. Kısacık kestirdiği saçları ve seksi hareketleriyle çocuksulukla arasına mesafeyi koydu, kendini yeniden konumlandırdı.
Oralardan bugünlere, daha çok müziğiyle ön planda olduğu şimdiki döneme ve olağanüstü başarılı şarkısı ‘Flowers’a geldik. Flowers için bu dönemin ‘I Will Survive‘ı deniyor. Gloria Gaynor “ayakta kalırım, sevmeyi bildiğim müddetçe, yaşarım” derdi, Miley Cyrus “Ben kendime çiçek alabilirim, kendimi senin sevebileceğinden daha iyi severim” diyor.
Kadınların erkekler üzerinden değerlerini biçmemeleri, kendi değer ve önemlerini erkeklerin tahsis etmesine izin vermemeleri şahane elbette. Geniş manasıyla toplum kadın meselelerinde hala yeterli düzeltme ve düzenlemeleri yapmadı, ama bir yol kat edildi. Ben Flowers şarkısını, kadının özgürleşmesi açısından değil de, ‘sana ihtiyacım yok, kendimi en iyi ben severim’ çağrışımı açısından sorgulamak istiyorum. Gerçekten öyle mi? Kendimizi en iyi kendimiz mi severiz?
Evet, devir “self-love” (kendini sevme) devri. Önce kendini sevmeli insan, kendini ön planda tutmalı, kendi ihtiyaçlarına kulak vermeli diye sürüp giden bir popüler kültür söylemi var. İnsanın kendini iyi tanıması, sert bir şekilde yargılamaması, kendine şefkat göstermesi ancak iyi bir şey olabilir. Ancak “self-love”ın fazlası da fazla mı?
Jean Twenge ve Keith Campbell ‘Asrın Vebası: Narsisizm İlleti’ isimli kitaplarında, insanların kendi kendilerine aşırı düşkün hale geldiğini öne sürüyorlar. Bunun birkaç sebebi var: Sosyal medyanın yarattığı algı bozuklukları, çocuğu merkeze koyan, çocuğun istek ve ihtiyaçlarına aşırı odaklı ebeveyn pratikleri, geniş ailenin çözülmesi, giderek bireyselleşmenin öne çıkması…
Narsisizm boyutunda kendini sevme, empatiyi yok eden bir şey, sakıncalı. Travma kelimesinin gündelik hayatta yerli yersiz kullanılması bu kavramın içini nasıl boşaltıyorsa, kendini sevmek gibi değerli bir kavramın da benzer bir erozyona uğramaması lazım. Kendini sevmek, kendine şişik bir önem ve biriciklik atfetmek değil. Kendini geliştirmekten kaçınmak, zora gelmemek, konfor alanından çıkmamak, sorunlu davranışları değiştirmeye gönüllü olmamak hiç değil. Hem kendini, hem karşındakini severek dengeli, sağlıklı, heyecan verici, uzun ömürlü ilişkiler kurmak bir ütopya mı?
Uzun ömürlü ilişki deyince aklınıza evlilik geliyorsa, veriler klasik bir ilişki formatı olan evliliğin çatırdamaya başladığını düşündürüyor. Sadece Türkiye’de bile 2001-2022 arası verilere bakıldığında, boşanma sayısının yüzde 90, boşanma hızının yüzde 47 arttığı görülüyor.
Sorumsuz ve ilgisiz davranma bir numaralı sebep, iki numaralı sebep ise aldatma. Bir yandan da ömürler uzuyor ve çocuk yapma oranları düşüyor. Tüm bu değişimler insanları uzun ve yalnız bir yaşlılığa taşıyacak gibi duruyor. Sosyal yapılar, sağlık sistemi, ilişkilenme biçimlerimiz, kafamız buna hazır mı?
Bu değişimlere kafa yoran, klasik olmayan ilişki formatları ve yaşam tahayyülleri üretenler arttı. Mesela İngiltere’de sadece ileri yaştaki kadınların yaşayabildiği bir tür site var. Herkes kendi evlerinde yalnız başlarına yaşıyor, ortak alanlarda da birlikte türlü sosyal faaliyetlerde bulunabiliyorlar. Bu düzeni oluşturanların çıkış noktası, yalnız yaşayan kadın sayısındaki artış ve kadın kadına dayanışma ihtiyacı olmuş.
Molly Roden Winter ise oyunu polyamory’den yana koymuş ve deneyimini More (Fazla) isimli anı kitabında paylaşmış Amerikalı bir 8. sınıf öğretmeni. Winter 24 yıldır mutlu bir evlilik yaşadığını, ancak bu 24 yılın ağırlığında karı koca birbirlerinin bilgisi dahilinde başkalarıyla da beraber olduklarını anlatıyor. Herkesin birbirinden haberdar olduğu ve onayladığı şekilde birden fazla ilişki içinde olmaya, dürüstlükle ve açık iletişimle bu ilişkileri yönetmeye ‘polyamory’ deniyormuş.
Times için kaleme aldığı makalesinde Winter, anne ve eş rolleri içinde kıstırılmış hissettiğinden açık evliliğe yöneldiğini, yaşadığı ilişkiler sayesinde kendini daha iyi tanıdığını ve kendine bir özgürlük alanı açtığını anlatıyor. Yaşadıkları bir tür ‘self-love’ yolculuğu olarak yorumlanabilir yani. İşi, eşi, evi, çocukları olan Winter’ın hayatının bu düzenle ne kadar karmaşıklaştığını hayal dahi edemiyorum, bu karmaşadan bir tür özgürlük ürettiğini düşünmesi ilginç.
Bana gelince ben uzun ilişkilerin güzelliğine inanıyorum, aşkta da, dostlukta da. İyi bir ilişki için hem kendini sevmek, hem karşındakini kabul etmek, beraber değişebilme ihtimaline açık olmak, gündelik tavizlerle büyük ödünleri karıştırmamak gerekiyor galiba. Zor bir denge ve bu dengeyi tutturmak ancak o gizemli kuvvetle, yani sevgiyle mümkün.
Böyle baktığım için, benim için Grammy’lerin en vurucu anı Joni Mitchell’ın ‘Both Sides Now’ı söylediği bölümdü. Mitchell’ın unutulmaz sözleri şöyle: “Aşka her iki taraftan da baktım artık/ Almalar ve vermeler açısından/ Gene de bir şekilde aşkla ilgili hatırladığım yanılsamaları/ Aslında bilmiyorum aşk nedir/ Hakikaten bilmiyorum.”
Almalar ve vermeler… Alacaklı veya borçlu hissetmeden, alarak ve vererek, ilişki içinde olmak… Şurası bir gerçek: İlişkiler karmaşıklaşıyor, gelip geçici kalıcının önüne geçiyor, kimse kimsenin yükünü sırtlamak istemiyor. “Sevgi neydi, sevgi emekti” denen kültürel iklimden epey uzaktayız. Aşk… aşk ise gizemini koruyor.
Yazıda bahsi geçen yazarlar, kitaplar
📚 Jean Twenge ve Keith Campbell, Asrın Vebası: Narsisizm İlleti
📚 Molly Roden Winter, More