Vogue’un patronu Anna Wintour Londra’da moda haftasında görkemli bir davete ev sahibeliği yapacaktı. Bu davet New York’ta yapılan Met Gala’ya Londra’nın cevabı niteliğinde olacaktı. Gece aynı derecede şaşaalı ama daha da kışkırtıcı ve incelikli bir havada geçecekti… Bütün bu sözler doğal olarak beklentilerimizi çok yükseltti. Davet oldu bitti ama beklenen etkiyi yaratmadı. Peki neden derseniz…
Bir kere, Metropolitan Müzesi’nin merdivenleri olmadan yapacağın davetin görkemli olmasını bekleme. Sonra, İngiliz kültürü ve modasını ön plana çıkaracaksan zaten bunu Anna Wintour’a yaptırma. Aslında Anna Wintour da İngiliz, ama yıllarca sabah beşte kalkıp spor yapınca inan iyice Amerikalı oluyor demek ki.
Bu davet, İngiliz moda dünyasının Met Gala’ya bir cevabı ise herhalde şöyle demek istemişler: I don’t care (Umurumda değil).
Gelelim defilelere…
Londra Moda Haftasında Burberry hariç büyük marka görmedik. Brexit Londra’nın moda piyasasında da güç kaybetmesine sebep oldu şüphesiz. Yine de iyimser olmak istersek meydan daha kişisel ve yaratıcı koleksiyonlara kaldı diyebiliriz. Hafta boyunca tasarımcıların bahçeler, ekose, tığ işi terlik gibi köklerini çağrıştıran simgeleri alıp bunları eksantrik, isyanlar ve deneysel yaklaşımlarla yorumlamalarına tanık olduk. Özgür, güzel ve giyilebilir olanın sınırlarını zorladık.
Erdem
İngiliz romantizminin kalesi markalardan biri. Kokteyl elbiseleri, çiçek desenleri, tül, işlemeler, minik topuklu sivri burunlu ayakkabılar, ilkbahar renkleri onda görmeye alıştıklarımız. Bu sezon gördüğümüz ise tüm bunların yapı bozucu (dekonstrüktif) bir yaklaşımla yorumlanmasıydı ve çok çarpıcıydı. Her parçanın, bozulup yeniden bir araya getirilmesi ya da getirilememesi, kasıtlı yapılan yanlışlar, eksikler, olduğu gibi bırakılan fazlalıklar bir nevi her şeyin hem tanıdık hem çok tuhaf görünmesi hali… Hem beğendim hem esinlendim koleksiyondan…
JW Anderson
Tuhaf hatta sürreal denince bence Jonathan Anderson’un kapüşonlu sweatshirt’ünü kimse aşamayacak bu sezon. Loewe’nin kreatif direktörü acayiplikler ustası Anderson, kendi markası JW Anderson defilesinde plasterden yapılma sweat ve şortlar sundu. Plasteri çocukluğunun oyuncağı olarak, onlarla kombinlediği tığ işi ev ayakkabılarını da büyük annesinden ötürü geçmişine bağlamayı da bildi.
Yırtılmış da kol ağızlarından tüyler fışkırıyormuş gibi duran şişme montlar, dev kargo pantolonları, içine hulahop kaçmış elbiseler defilesinin ilgi çekici parçalarıydı.
Simon Rocha
Bir başka İngiliz romantiği daha. Kadın ve erkek koleksiyonlarının bir arada sunulduğu defilede gül, inci, fiyonk, kurdele, balerin ayakkabıları, saten, tül ve balon etekli look’lar yer aldı. Tüm bu romantik atmosferi dengeleyen oversize ceketler, eşofmanlar ve Croc’s terlikler gördük.
Burberry
Kreatif direktör Daniel Lee’nin Burberry için sergilediği ikinci defile siyah bir trençkot ile açıldı. Yeni yorumlarıyla düşük belli geniş omuzlu trençkotlar ve atçılık desenleri koleksiyonun odak noktalarıydı. İngiliz kültürünü yansıtan çiçek, ekose ve çilek desenlerine de yer verilmişti. Kıyafetlerde oversize, düşük bel gibi modern detaylar olmasına rağmen bu sezonun önemli trendleri olan giyilebilirlik, rahatlık ve değişik parçalarla kombinlenme özelliği ön plandaydı.
Daniel Lee, Bottega Veneta’dan geldi ve aksesuar kullanımındaki dehası ile biliniyor. Haliyle defiledeki binici detaylı postacı çantaları ve parmak arası topuklu terlikler gibi aksesuarlar dikkatle izlendi. Önümüzdeki sezonun en talep edilenleri arasında olabilirler. Yine de Christopher Bailey gibi çok uzun süre markayı etkilemiş bir tasarımcıdan görevi devralmak kolay değil. Daniel Lee’nin kendini kanıtlamak için zamana ihtiyacı var diye düşünüyorum.
Londra moda haftasının bittiği 19 Eylül’de Milano başladı. Yeni yazıda onu konuşacağız.