Nuri Bilge Ceylan, "Filmleriniz hep taşrada geçiyor" sözünden sıkılmış olmalı; "Hikayenin nerede geçtiğinin ne önemi var, insan her yerde insan. Dostoyevski’nin romanları nerede geçiyor diye düşünüyor muyuz" diyor. Dostoyevski’nin romanları nerede geçiyor, elbette düşünüyoruz ve düşünülmelidir de.

Antalya Film Festivali bu hafta manşetlerden inmedi. Ben olanı biteni çözene dek, zaten Festival de önce hercümerç, sonra iptal oldu. Geriden geldiğimden, ben ancak bir başka festivalde, Altın Koza’da gerçekleşen bir Nuri Bilge Ceylan söyleşisinin klibini yakaladım.

Ceylan’a yöneltilen soru klipte net değil. Sanırım “Neden filmleriniz hep taşrada geçiyor” diye sorulmuş. Ceylan “Bu konu çok abartılıyor, taşrada çekiyor, şehirde çekiyor. İnsan her yerde insan ya” diyor ve alkış alıyor. “Her zaman da aynıydı. Bin yıl önce de aynıydı. Değişmeyen şeyler var, ben onlar üzerine film yapıyorum. Orda geçmiş burada geçmiş bunun hiçbir önemi yok ki…  Yani biz insanla uğraşıyoruz. Taşrada olmuş ne fark eder. Dostoyevski’nin romanları nerede geçiyor diye düşünüyor muyuz? Aynı şeyler her yerde yaşanıyor, yaşanabilir” demiş.

Ceylan’a hep benzer sorular sorulduğu için bunalmış olsa gerek. Dostoyevski’nin romanları nerede geçiyor diye elbette düşünüyoruz ve düşünülmelidir de. Bir edebi eserin keyfini birkaç katmanda sürmek mümkün. Okuyup anladığımız kadarı da bize tatmin edici gelebilir. Ama bağlamını anlayınca, nerede, ne zaman, niye yazıldığını, yazarın külliyatında eserin nerede durduğunu öğrenince, eserde düz okuyuşta algılayamadığımız derinlikler bulabiliriz. Ayrıca yazarın olay örgüsünü, mekanı ya da karakteri neden öyle değil de böyle kurguladığını düşünmek de değerlidir. Çünkü tüm bunlar rastgele tercihler değildir, iyi yazarlar bu tercihler üzerine çok düşünür. İyi okurlar da öyle.

Dostoyevski, Batı etkisine yeni açılmış bir Rusya’da yazıyordu. Rus entelektüelleri Kant, Hegel, Marx, William Godwin, John Stuart Mill gibi düşünürlerin fikirleriyle yeni karşılaşmışlar ve alt üst olmuşlardı. Dostoyevski, Batı’dan Rusya’ya “sızan” fikirleri tehlikeli buluyordu. En ünlü eserlerinden ‘Suç ve Ceza’ nihilizme Dostoyevski’nin yanıtıdır.

Dostoyevski çok dindardı, gençliğinde hapis yatmasının dindarlığında payı vardır. Bunu bilmek dahi ‘Suç ve Ceza’ya boyut katar. Meraklısına New Yorker’da David Denby’nin yazısı, bu şaheserin arka planı ile ilgili güzel bilgiler veriyor.

Bir başka ünlü romanı, 20. yüzyılın en önde gelen Japon yazarlarından Yukio Mishima’nın ‘Denizi Yitiren Denizcisi’ni düşünelim. Bu kitabı oğlum sayesinde keşfettim ve eserle ilgili daha derin bir anlayışı oğlumun yazdığı makale sayesinde geliştirebildim. Savaş sonrasında yazılmış bu roman Batılılaşmanın Japon toplumu üzerindeki etkilerini, kadınlıkla erkekliği, rasyonalite ile duyguyu, gelenekle moderniteyi çarpıştırarak soruşturur. Modernleşmenin bireyselleşme anlamına gelmesi Mishima için problematiktir. Bireyselleşen bir toplumda onura ne olacaktır? Romanın üzerinde Nietzsche’nin ve ‘Übermensch’ kavramının gölgesi vardır. Mishima’nın hayatını bilmek de bu eserle ilişkimizi derinleştirebilir. Mishima bir samuray evine doğmuştur. Gelenek onun için önemlidir. ‘Denizi Yitiren Denizci’de kahramanlık ve ölüm de önemli temalardır. Nitekim Mishima, kendini hara-kiri olarak da bilinen ‘seppuku’ yöntemi ile öldürmüştür.

Joan Collins de sıkıldı ama…

İngiliz sinema oyuncusu ve yazar Joan Collins anı dostların anlattığı hikayelerini derlediği ‘Behind My Should Pads’ adı kitabı geçen hafta yayınladı

Ezcümle, ben iyi okurun da, iyi izleyicinin de çok soru sorması gerektiğine inanıyorum. Ceylan çapında ünlü yaratıcılar beğenseler de beğenmeseler de aynı soruları tekrar tekrar yanıtlamaya hazır olmak durumundalar. İşin doğası bu! Bunu en iyi bilenlerden biri de, 90 yaşında hala yeni yazdığı kitapla ve kitaba dayandırdığı tek kişilik oyunu ile (ikisinin de adı Behind the Shoulder Pads- Vatkaların Ardında) ortalığı karıştıran Joan Collins olsa gerek.

Joan Collins, kitap tanıtımında şöyle diyor: “Çok şanslıyım, hayata karşı bitmez tükenmez bir iştahım var. Başta Hollywood’da olmak üzere çok maceralarım oldu. Bugüne dek bazı hikayelerimi sadece arkadaşlarımla paylaştım, gülümseyip vatkalarımın arkasına saklandım. Şimdi bu hikayeleri anlatma zamanı.”

Collins’in Guardian’a bu hafta verdiği röportaj bir harika. Guardian’a pek de sempatisi olmayan Collins, halkla ilişkilercisinin zoruyla röportajı kabul ediyor. Gazeteciye ara sıra “bu ne sıkıcı soru, bundan iyisini sorabilirsin” diye takılsa da, “bana kahve verin, uyanmam lazım” diye gazeteciyi bozsa da, sorulan hemen her soruyu güzelce yanıtlıyor ve röportajın sonunda “Yazında lütfen nazik ol” demeyi ihmal etmiyor. Nasıl ki bir sanatçı benzer temaları dönüp dönüp işleyebiliyorsa, eleştirmenler ve okuyucular da benzer soruları dönüp dönüp sorabilir. Bence insan hem Joan Collins, hem Dostoyevski okumalı. Hem sormalı, hem yanıtlamaya çalışmalı. Derinleşmeli, ama kendini de fazla ciddiye almamalı.

‘Kuru Otlar Üstüne’yı hafta sonu 70 binden fazla insan izledi