Başlıktaki Ağabey’in kim olduğunu merak ediyorsanız sizi tüm zamanların en iyi kitaplarından birine, ‘1984’e göndermek isterim: “Ağabey Seni Gözetliyor”.
George Orwell’in 1949 yılında yazdığı bu kitabı bazıları bir Sovyet Rusya eleştirisi şeklinde algılayıp alkışlarken diğer bazıları bunu demokratik görünümlü ama savaş sonrası güç sarhoşu Batı’nın bir sorgulanması gibi yorumlamış, Orwell’i Sovyet severlikle suçlamıştı.
Orwell’e sorarsanız her iki yorum da doğruydu. Karşı çıktığı rengi ne olursa olsun her türlü baskıcılık ve diktacılık idi.
Sıkı bir Orwellci olarak bu bakış açısını günümüze ve gıda konusuna taşımak da bana düştü. Bugün “Ağabeyler” küresel gıda üreticileri.
Onlar bizi sadece gözetlemiyor, ne yiyeceğimizi, ne zaman ve ne miktarda yiyeceğimizi de söylüyor.
Torino’dan geçen Pazartesi dönen arkadaşlarımın iyimser ve umutlu hallerine daha sonra değinmek üzere önce biraz kötü şeylerden bahsedelim. Doğru tedavi doğru teşhisten geçer.
1984’den 40 yıl sonra bugün dünyanın yarısı açlıkla boğuşurken diğer yarısı obeziteyi konuşuyor. Konuşuyor ama düzeltmek için değil, yönetmek için. Açlıkla boğuşanların parası olmadığına göre parası olanların daha çok, daha sık, daha büyük porsiyonlarda yemek yemeleri lazım. Yoksa sistem nasıl kazanacak? Hayli işlenmiş paketlenmiş hazır gıdalar, genetiği değiştirilmiş sebzeler meyveler, trans yağlar, aromalı şekerli içecekler, kötü tarım uygulamaları, hibrid tohumlar… menüde yok yok.
Şişman gibilere ve tombul adaylarına daha çok yemek satarım, şikayet edenlere zayıflama ilacı satarım, o da olmazsa midelerini ameliyat edip onlara takviye gıda satar yine para kazanırım.
Buna da “yönetmek” derim.
Suçlu kim?
Bu gidişatın suçunu sadece ülkelere ve devletlere yüklemek aslında haksızlık olurdu. Onlar küresel gıda üreticilerinin baskısı ve “nazik” telkinlerine göre hareket ediyorlar. Tarım ve gıda politikalarını “tamam ağabey, hallederiz, sen nasıl istersen” şeklinde tamamen “bağımsız” şekilde oluşturuyorlar. Bu gıda üreticilerinin hangi ülkenin şirketleri olduğu bile belli değil. Genel merkezleri ABD, İsviçre, Almanya, Hollanda veya İsrail olarak değişebiliyor ama biz onlara kısaca “Çok Uluslular” diyoruz. Her birinin yıllık cirosu bazı ülkelerin milli gelirlerinden kat kat fazla olduğunu da not edelim.
Bu şirketlerin olağanüstü bir etkileme ve ortama uyma güçleri de var.
Birkaç örnek durumu daha iyi anlamamıza yardım edebilir:
Anne sütü bebeğin doğal beslenmesinde çok önemli. 1950’li yıllara kadar Kilisenin de önermesiyle “anne sütü bebeğin, inek sütü buzağının” şeklinde bir slogan dönemin hakim görüşünü özetliyor.
Ancak mama üreticileri boş durmuyor:
Onların sloganı ise “biz doğadan daha iyisini yaparız”.
O yıllar hem Amerika’da hem Avrupa’da doğum sonrası sütü kurutan iğneler bile yapılıyor annelere. Mama varken emzirmeye ne gerek var? “Göğüsleriniz boşuna bozulmasın, siz gece rahat rahat uyurken babalar da bebeği besleyebilsin” vuruşu da cabası.
Fransa’nın efsane yazarı Laurence Pernoud o yıllar “Çocuğumu Büyütüyorum” kitabında (Fransa’da kadınlar o gün bugündür bu kitabı satın almadan hamile bile kalmıyorlar) bebek mamasını ısrarla önerirken, 80’li 90’lı yılların “sağlıkçı” ve “doğalcı” yaklaşımıyla aynı kitabın yeni baskıları “pardon pardon, çok pardon, anne sütü daha doğru” diyebiliyor. En yeni baskıların önerisi ise en komiği: “İkisi de olur: mamalar artık anne sütüne o kadar yakın ve iyi ki emzirmiyorum diye sakın kendinizi suçlamayın” şeklinde. Mama markalarının dayanılmaz ortama uyum yeteneğini siz anladınız.
Benzer bir örnek yağlar için geçerli. İsim vermiyorum ama reklam olmasın diye değil, milyar dolarlık davalara özne olmayayım diye.
50’li 60’lı yıllarda margarinler havada uçuşurken 90’lı yılların yine doğal gıda ve sağlık kaygıları onları durdurmuyor. Tereyağı aromalı veya zeytinyağlı margarinler market reyonlarında sizi bekliyor.
Bazen bu da yetmiyor. O zaman başka bir çaresi var Ağabey’in: Akdeniz’in hedef ülkelerinde en köklü, en tanınmış hangi zeytinyağı markası varsa gider satın alırım diyor. Pazardan eksik kusur kalacak hali yok ya. Bilgi için İtalya’da ilk harfi B, son harfi i, Türkiye’de ilk harfi K, son harfi yine i bu markalardan.
Gıda politikalarına karşı iki adet sağlam duruş: “Yemek yemek politik bir eylemdir” ve “Biz ne yiyorsak oyuz.”
Küresel gıda politikalarını 2000’li yılların başından bu yana en çok vurgulamış ve kınamış, onlara şiddetle karşı çıkmış ünlü bir akademisyen var: Marion Nestle. Soyadı sakın İsviçre kökenli çok uluslu bir gıda markasıyla karışmasın (Adı Nessıl diye okunuyor.) Amerikalı bir biyolog, beslenme uzmanı ve halk sağlıkçısı olan Marion’un kitapları sonsuz bir bilgi kaynağı ve düşünce malzemesi.
“Gıda Politikaları”, “Lezzetsiz Gerçek” ve “Ye İç Oy Ver” (çizgi romanlı), konuyla ilgiliyseniz muhakkak okunması gerekenlerden.
“Kötü adamlar”ın daha çok para kazanmak için doğallığı ve sağlığı hiçe sayan faaliyetlerini bazen korkunç reklam bütçeleriyle bazen lobicilikle bazen de türlü rüşvet ve zorbalıklarla nasıl yürüttüklerini ve bütün bunlarla nasıl mücadele edebileceğimizi anlatıyor da anlatıyor.
“Yemek yemek politik bir eylemdir” cümlesini ilk kez Slow Food’un kurucusu Carlo Petrini’den canlı canlı duymuştum.
Daha sonra okuduklarım ve deneyimlediklerim bu sözün ne denli doğru ve anlamlı olduğunu tekrar tekrar teyit etmişti. Slow Food’un artık bildiğiniz ilke ve taleplerinin yanı sıra dünyadaki etten sebzeye veganlığa geçiş, küreselden yerele geçiş ve en önemlisi umursamazdan çevreye duyarlı bir bakışa geçiş gibi genel eğilimler kötüye ve yanlışa karşı direnmemize destek veriyor.
Amerikalı ünlü şef, yemek yazarı ve Slow Food aktivisti Alice Waters da “Biz Ne Yiyorsak Oyuz” kitabında bu doğruları çok güzel vurguluyor.
Alice Waters’ın Michelle Obama’ya Beyaz Saray’ın bahçesinde organik tarım yaptırdığını çok genç değilseniz hatırlarsınız.
Arkadaşlarımızın Torino dönüşü neden umutlu ve iyimser olduklarını şimdi daha iyi anlıyor musunuz? Bu doğruların ışığında kendi politik eylemimizi kendi yanlışlarımızla da yüzleşerek belirlememiz ve uygulamamız lazım. İyimserliğe bir destek bilgi daha: Dünyadaki tarım üretiminin üçte ikisi küçük ve orta ölçekli işletmeler tarafından gerçekleştiriliyor.
Politikse politik. Ondan bizde de var.
Birlikte biz de güçlüyüz. Çünkü “Biz Doğayız”