Çoğuna göre Yeşilçam’ın kötü, edebiyat dünyası için şiirin iyi adamı. Şair, aktör, Yılmaz Güney’in Adana’dan kankası.

Nihat Ziyalan 44 yıldır Avustralya’da yaşıyor. Türkiye’yle yatıp Türkiye’yle kalkıyor. Gözünüzden kaçmış olabilir ama şiirde yeni bir akımın temelini atıyor. 10Haber okurları için sorularımı yanıtladı.

Nihat Ziyalan’ın kendisinden önce sesiyle tanışmıştım. 1991 yılıydı. Avustralya’nın Melbourne şehrinde Turkish Weekly Gazete adlı haftalık bir gazete çıkarıyorduk. O zamanlar Türkiye gazeteleri Avustralya’ya neredeyse bir ay sonra bayat haberlerle ulaştığı için bizim taze yayın çok tutmuş, belli başlı şehirlerde satılır hale gelmişti.

Gazete’nin kültür-sanat sayfasını Nihat Ziyalan hazırlardı. ‘Nihat Abi’nin verdiği destek bizim için önemliydi. Sayfanın içeriğini Sydney’den postayla yollar, sonra telefonla arar, gümbür gümbür sesiyle sayfaya dair yapılması gerekenleri söylerdi. Bir gün Melbourne’a geldiğinde, o ses benim için bir yüz de kazanmıştı. Eminim Avustralya’daki Türkiyeli toplumda şiir ve öyküyle ilk kez onun sayfasında tanışan çok kişi olmuştu.

Uzun yıllardır dünyanın iki ayrı ucunda yaşasak da Nihat Ziyalan’ın yazdıklarını hep takip ettim. ‘Sevgili Şiir’, ‘Çapkın Çiçekli’ ve ‘Sevdakeş’ kitaplarında, Adana’daki çocukluğundan Avustralya’ya uzanan hayatından manzaralar anlattığı şiirlerini çok sevdim.

26 Şubat Nihat Ziyalan’ın doğum günü. ‘Nihat Abi’ iyi ki doğdu! Seksen sekiz yaşına ramak kala Brüksel-Sydney arası yazıştık. Çocukluk arkadaşı Yılmaz Güney’in ısrarıyla sinemaya geçişini, Semiramis Pekkan ile basın sansasyonu olmayı reddedişini, Yeşilçam seks furyasından Sydney’e kaçışını, ilk gençliğinin edebiyat dünyasını, şiirinde hedeflediği ‘sezgisel yalınlığı’ konuştuk.

Nihat Ziyalan’ın şiir kitaplarından üçü Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı

Şiirlerinde kendini anlattığın bir filmin karelerini izliyormuş duygusuna kapılıyorum, doğru mu bu hissim?

Çocukluğum, anılarım olmasa şiirim de olmazdı. Okuyucunun da böylesi zenginliği vardır. Bu yüzden onların duygularına dokunabilir, onlar da yazdıklarımda kendilerini bulabilirler. Resimleyerek yazdığım doğrudur ama bunu sonradan edinmedim. Aklım erdiğinde etrafıma resimleyerek bakardım. Buna soru sorarak bakmayı da eklemeliyim.

Şiirim yaşamımın içinden geçer. Dikkatli okuyanlar, yaşam içindeki savrulmamı rahatlıkla görür. Manzara resmi çizercesine yazmaya çalışırım. Yaşamın içindeki ham şiiri kendimin kılarken, dünya görüşümü okuyucunun gözüne sokmadan, daha doğrusu sezmesine yol açacak bir biçimde vermeye çalışırım. Bunun için seçtiğim yol da yalınlıktır.

Herkes tarafından anlaşılmak mı yalınlık?

Şiir anlaşılmazsa nasıl hissedilecek? Şiir atom bombası kadar güçlüdür. İktidarlar halk ozanlarından beri bunu bilir, onun için şiiri gözden düşürmeye çabalar. Yazılan şiir anlamsız olsun diye elinden geleni yapar, o tür yazan şairleri destekler.

Şiirimde mutlaka bir şey derim, duygularımın sancısını sözcüklere dökerken tematik yolu seçerim. Benim için şair kadar okuyucu da önemlidir, ülkemin en ıssız yerinde bile okunmak isterim. Geçirgen bir şiir yazmaya gayret ederken yalın yolu yeğlerim; kesinlikle basit değil. Daha da ileri giderek; yalından da yalın, derinlikli yalınlık ve sezgisel yalınlık… Şair olmayan bir okuyucu bile okuduğunda onun içindeki şiiri tutuşturmalı şiirim.

Bir akım olacağına inandığın sezgisel yalınlığı anlatır mısın?

Sezgisel yalınlık okuyucunun kan kardeşidir. Sezgisel yalınlıktaki amacım, sözcükleri çıplak anlamından oynatarak değişime uğratıp, derinlikli başkaca anlamlar üretmektir. Sözcüğün karnını yarmak, yufka gibi açmak… Sezgiyle kavranacak şiire birkaç dizelik örnek:

SEVGİLİ
seni düşünmekten
başım döndü
gövdelenen bir ağaca
sırtımı dayadım

Bu şiir her aklıma gelişte, sözcüklerin değişimini (metaforunu) hissederim. Ne demek istediğimi açıkça bilmiyorum. Galiba aşk şiiri. Sözcüklerin duygularımla el ele verip köpürmesi diyebilirim.

Nihat Ziyalan sinemaya en yakın arkadaşı Yılmaz Güney’in ısrarıyla başlamış

Şimdi 1950’lerin Adana’sına, delikanlılık zamanına ışınlansak? Yılmaz (Pütün) Güney ile kanalda yüzerken tanışıyorsunuz. Hatta bir şiirinde o tanışma anını çok güzel yazmışsın.

Ona rastladığımda ders kitaplarının dışında kitap okumamıştı. Verdiğim Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Sait Faik, Nazım Hikmet kitaplarını bir solukta okuyup bitirirdi. Adana’nın kaldırımlarını arşınlarken, okuduğu her kitap üstünde tartışırdık. Yoksulluğumuzun el koyduğu değerlendirmemizde, dünya nimetlerinin eşit bir şekilde paylaşılmasına baş koymuştuk.

Yılmaz’la bir çete kurmaya karar vermiştik. Sinema işletmecisi bir abimiz toplantı yapmamız için bize evini açtı. Yan odaya da polisleri çağırmış meğer. Yılmaz, “Zenginlerden alıp yoksullara dağıtacağız” dediğinde çok eğlenmişler. Babamdan devamlı şalgam içen polis müdürü abimiz Yılmaz’la beni makamına çağırdı. “Çocuklar başınızı yakacaksınız. Yazık olur sizlere. İstanbul’a, büyük şehre gidin, orada yapın yapacağınızı” diyerek, kulaklarımızı çekmeden “Şimdi defolun buradan” dedi. Böylece içimize İstanbul kurdunu düşürmüş oldu.

Ömür boyu sürecek bu arkadaşlığın bir de üçüncü kişisi var.

Edebiyat konuşmaya Mersin’e, Özdemir İnce’ye giderdik. Cahit Öztelli, Haşmet Akal’ın evlerine götürürdü bizi. Sanat üstüne ateşli tartışmalarımız olurdu. Özdemir’in kolunun altında Rimbaud, Camus, Sartre’ın Fransızca kitapları olurdu hep. Bir de o yaşta pipo içerdi. Yılmaz’la Adana’ya dönüşümüzde onu taklit etmeye kalkmıştık, öksürükten neredeyse pipoyu yutacaktık. Defalarca denediğimiz halde başarılı olamadık.

Özdemir ile ben şiir yazdığımız için Yılmaz öykü yazmaya başladı. Seçilmiş Hikayeler’in Salim Şengil’i, Yeni Ufuklar’ın Vedat Günyol’u bizlere kol-kanat gerip abilik yaptı. Gönderdiğimiz metinlere dergilerinde yer verdiler. Postalama işine ben aracı oluyordum. Yolladıklarımızı hiç geri çevirmediler. Adana’da çıkan Salkım Dergisi’nde, Pazar Postası’ndan önce İkinci Yeni’yi farkında olmadan başlatmıştık.

Farkında olmadan başlattık dediğin İkinci Yeni nasıl bir yenilikti?

1950 yılında Halk Partisi’nin seçimi kaybetmesinin ardından Cemil Sait Barlas, Ankara’da 1951 yılında Pazar Postası Dergisi’ni çıkarmaya başladı. 1956 yılında sanat bölümünü İlhami Soysal ile Muzaffer Erdost üstlendi. Onların gelişiyle şiirde bir değişim yaşandı: İkinci Yeni. Garipçiler diye anılan Edip Cansever, İlhan Berk, Turgut Uyar, Metin Eloğlu, Melih Cevdet Anday birdenbire İkinci Yeni gömleğini giydiler. Bunun nasıl olduğuna şimdi bile şaşarım.

Aynı dönemde Adana’da çıkan Salkım Dergisi’nde Yılmaz Pütün, Özdemir İnce ve ben, zaten İkinci Yeni’ce yazıyormuşuz. Bunu fark eden Muzaffer Erdost bizlerden yazı istedi. Biz de böylece dahil olduk Ankara’daki Pazar Postası’na. Akıma sonradan dahil olmadık. Zaten akımı Adana’da adı konmadan başlatmıştık.

“Cins” şair Dağlarca, şiirimizin “Müslüm babası” olarak gördüğüm Attila İlhan kendi çizgileriyle akımın dışında duran şairlerdendi. İkinci Yeni anlamsız şiiri savunuyordu. Hükümet de bunu destekliyordu. Yılmaz, Özdemir ve ben yoksullukla beslenen yazarlardık. Günahımızla sevabımızla İkinci Yeni’nin içinden geçerek kendi yolumuza koyulduk.

Önce Adana şehir tiyatrosunda, sonra Ankara AST’ta tiyatro deneyimin var. Ve ‘Çirkin Kral’ seni Yeşilçam’a sokmayı aklına koyana kadar da devam etmiş.

AST’ta (Ankara Sanat Tiyatrosu) Orhan Kemal’in 72. Koğuş’unda Tavukçu rolünü oynarken Yılmaz çıkıp geldi. Çirkin Kral olarak ünlenmeye başlamıştı. Özdemir’le tavla oynarken ona söz vermiş, ‘Sinemaya geçiyorsun. Parayı dert etme, her ay üç bin lira vereceğim (altmışlı yıllardan bahsediyorum), star olunca geri ödersin.’ Ona evimi gösterdim, tiyatroda beni seven arkadaşlarımı tanıttım. Dayattı. Böylece Ankara’yla bağımı kopardım.

Yılmaz yokluk içinde film yapan biriydi. Hiçbir zaman parası olmadı. Herkes onun eline bakardı, yardımseverliğinden ötürü hep parasızdı. Adana’da Pire Nuri ve Seyithan’ı çekerken parasız kalmış, babamdan borç almıştı. Başkalarından da almıştır mutlaka. Önemli olan işini bitirmekti. Borcuna sadık, güvenilir biriydi. Merak edenler için ilk kez burada söylüyorum, Yılmaz söz verdiği üç bin lirayı değil, üç kuruş bile ödeyemedi. Bunu hiçbir zaman yüzüne vurmadım. Canım arkadaşım dediğim biridir çünkü.

1967’deki ilk filmini izledim geçenlerde, sahnelerin çoğunda kolunun alçıda oluşu dikkatimi çekti. Star olma arzun var mıydı o zamanlar?

Yılmaz’ın Polonezköy’de çektiği ilk filmim At Hırsızı’nda attan düşerek kolumu kırdım. Böylece starlığım da attan düştü. Zaten Yeşilçam’ın istediği star kumaşı yoktu bende. Çekimin üçüncü gününde filmin kadın oyuncusu Semiramis Pekkan’la anlaşmış Yılmaz. Bombamızı patlatacakmış. Yani balon haberlerle aramızda aşk maşk varmış gibi… Kabul edemedim. Semiramis AST’dan arkadaşımdı, içi güzel, dürüst biriydi. Yardım olsun diye bunu yapacağını söyledi. Evliydim, karıma saygısızlık yapamazdım. Hiç unutmuyorum, “Senden bir bok olmaz” demişti Yılmaz. Başımı eğmekten başka bir şey gelmedi elimden.

Nihat Ziyalan ve Fatma Girik ‘Öksüz’ filminin setinde

Bir şiirinde, ‘Yeşilçamda sayısız filmde oynadım, anımsamak istemem hiçbirini’ diyorsun. Filmlerin kötü adamı olmak jön olmaktan zor muydu?

Yılmaz’ın filmlerinde devamlı iyi adam rolü çıkmıyordu. Çıksa da seyirci bıkar diye üstüne gidemiyordu. Yeşilçam’daki şirketlerin çoğu, düzeni yıktığı, bozduğu için Yılmaz’a gıcıktı. Ona diş geçiremeyen yapımcılar beni görmezlikten geldi, sonunda kötü adam rolü oynamak zorunda kaldım. Bir kez kötü oynarsanız bir daha iyi oynayamazsınız Yeşilçam’da. Sigorta isteyen, sendikaya bağlanma yanlısı, iyi çalışma şartları isteyen biriyle kimse çalışmak istemez. Yeşilçam’da hemen herkes sigortasız, sendikasız çalışıyordu.

Jönden çok iyi dayak yiyen biri olarak ünlendim. Baş rol oyuncularının beni dövmek için sıraya girdiğini biliyorum. Aç kalmayan, ucu ucuna geçinebilecek kadar para kazanan bir oyuncu oldum. Yılmaz kötü adam oynamamı istememişti ama hayat beni mecbur etmişti.

1970’lerin ortalarında Yeşilçam’da seks filmleri furyasıyla birlikte senin de kaçış yolu arama çaban başladı.

1980 başlarında sevgili Türkan Şoray’la Azap filminde oynadım. Yeni iş beklerken karımdan boşandım. Yeşilçam’da birdenbire seks filmleri furyası başladı, yumuşak porno konulu şeylerdi. Bu sırada bir film şirketinde çalışan, durumumu bilen, Fethi Naci’nin karısı telefon etti:
‘Soyunur musun Nihat?’
‘Anlamadım?’
‘Peş peşe seks filmleri çekeceğiz. Başrolde seni düşündük. Soyunursan sıkıntın biter, evin, araban olur.’
Hayır demek zorunda kaldığım bu iyi niyetli telefon hayatımı karartmış, umutsuzluğa düşürmüştü. Çok zor durumdaydım, sinema kapısının yüzüme kapandığını anlamıştım.

Ne yazık ki biraz tanınmıştım. Ayakkabımı boyattığım boyacı para almak istemiyor, tost yediğim büfeci imzalı resmimi istiyordu. Bense, keşke onların yerinde olsam diye iç geçiriyordum. Rezil olmadan buradan nasıl giderim diye hesaplar yapmaya başlamıştım.

Neden Avustralya gibi dünyanın öteki ucundaki bir ülkeyi seçtin? 80 darbesinin de etkisi var mıydı gidişinde?

Almanya’daki kız kardeşim, “Kesinlikle buraya gelme, gelirsen asıl burada rezil olursun” deyince, Avustralya’daki kardeşim Kemal’e telefon ettim. Onun sayesinde göçmen olarak yanına uçtum, daha sonra kalıcı vize alarak Sydney’e yerleştim. Türkiye’den ayrılırken kimseye göstermeden hüngür hüngür ağlamıştım. Yani Avustralya’ya göçmem seksen darbesinden değil geçim darbesinden oldu.

Yeni bir kitap var mı ufukta?

Son dönem şiirlerimde, sezgisel yalınlık ağırlıklı bir söylem tutturmaya çalışıyorum. Hiçbir zaman başarılı olmayacağımı bile bile sürdüreceğim. Çünkü şiirde başarılı olunamaz. Onun için çekicidir. Ele geçirilemez. Daha önce de söylediğim gibi her şair şiir denizine akar, onu besleyen damlacıklar üretir.

Nisan 2021’de çıkan Sevdakeş isimli kitabımın ardından yeni şiir kitabımın dosyasını açtım. Her gün çalıştığım halde ancak bir kitaplık şiirim oluşmak üzere. Ne zaman tamamlanır, ne zaman editörüme gönderebilirim bilmiyorum. 75 yıldır şiir çalışıyorum. Onu biliyorum işte.