Toplumda büyük yankı uyandıran şiddet olayları her zaman ardında birçok soru bırakır: Bir insan, nasıl olur da böylesine vahşi bir suça kalkışır? Semih Çelik’in işlediği dehşet verici cinayetler de bizi derinden sarsmakla kalmadı, 19 yaşındaki bir gencin nasıl böylesine korkunç bir noktaya sürüklendiği sorusunu da gündeme getirdi. Peki psikiyatrik hastalıklarla suç eğilimleri arasında bir bağ var mı? Biyolojik yatkınlıklar, madde bağımlılığı ve dijital dünyanın bu süreçteki etkisi nedir? En önemlisi böylesi trajediler önlenebilir mi? Bu soruların yanıtlarını bulmak ve şiddetin karmaşık dinamiklerini anlamak için Çocuk ve Ergen Psikiyatristi Prof. Dr. Ayten Erdoğan ile konuştuk.
Şiddetin ortaya çıkmasında toplumsal, politik ve ekonomik faktörlerin etkili olduğunu biliyoruz. Ancak şiddetin biyolojik boyutu üzerine de düşünmek önemli olabilir. Bir kişinin şiddete eğilim göstermesinde biyolojik faktörlerin rolü nedir?
Öncelikle şu ayrımı netleştirmek önemli: Şiddet ya da suç eğilimi ile psikiyatrik hastalıklar farklı konular. Ne yazık ki toplumda ‘Suç işleyenler psikiyatrik hastadır’ gibi yanlış bir algı var. Oysa psikopat olmakla psikiyatrik hasta popülasyonunun birbiriyle hiç alakası yok. Suç işleyenler arasında psikiyatrik hastalığı olanlar bulunabilir elbette. Ama bu her suç işleyenin psikiyatrik hasta olduğu anlamına gelmez. Ayrıca araştırmalara göre genel nüfustaki suç oranları, psikiyatrik hastalığı olan kişilerdeki suç oranlarından belirgin bir fark göstermiyor.
Biyolojik boyut meselesine gelince… Biyolojik yapı, kişinin daha sonra nasıl biri olduğuyla ilgili çok önemli belirleyicilerden biri. Bu konu uzun yıllardır büyük araştırmalara konu oldu. ‘İnsanların doğuştan getirdiği genetik özellikler mi yoksa çevresel faktörler mi kişilik ve davranışlar üzerinde daha etkili?’ sorusu uzun zamandır inceleniyor.
Örneğin üçüzler üzerinde 1960’larda yapılmış etik dışı bir deneyden bahsedeyim. “Three Identical Strangers” adındaki belgesele de konu olan deneyde üçüzler farklı ailelere evlatlık veriliyor ve farklı sosyoekonomik çevrelerde büyütülüyor. Yıllar sonra birbirlerini bulduklarında birçok kişilik özelliğinin benzer olduğu ortaya çıkıyor.
Yine tek yumurta ikizlerinde de yapılan benzer çalışmalar var. Farklı çevrelerde büyümelerine rağmen kişiliklerinin büyük ölçüde benzer olduğu ortaya konuluyor. Bu örnekler bize biyolojik yapının kim olduğumuz konusunda önemli bir belirleyici olduğunu gösteriyor.
Buna suç eğilimi de dahil mi?
Tabii ki… Suç, şiddet, sapkınlık ya da dolandırıcılık gibi davranışların ortaya çıkmasında biyolojik faktörlerin rolü olabilir. Ama günümüzde bilim insanları, bireyin davranışlarının hem biyolojik hem de çevresel faktörlerin karmaşık etkileşimi sonucunda şekillendiğini kabul ediyor; hiçbiri tek başına belirleyici değil.
Bu arada biz hangi çocuğun ileride şiddet eğilimli veya suçlu bir birey olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Örneğin hayvanlara eziyet etme, akranlarının üzülmesinden zevk alacak davranışlar sergileme gibi erken yaşlarda gözlemlenen bazı belirtiler, ilerleyen yaşlarda şiddet eğilimli ya da suçlu bir birey olma potansiyelinin işaretleri olabilir. ‘Davranım bozukluğu’ dediğimiz bu durum bizim için kritik bir risk göstergesi. Çünkü bu çocuklar ilerleyen yaşlarda halk arasında psikopat diye bilinen antisosyal kişilik bozukluğu ve şiddet eğilimleri geliştirme riski taşıyabiliyor.
Ancak ileride suç eğilimi olabileceğine dair bulguları olan çocukları ayırmak, etiketlemek gibi yöntemler kullanamayız. Çünkü bu, Nazi kamplarında engelli ya da farklı çocukların ayrılarak yok edilmeye çalışması gibi bir yaklaşım olur. Bu çocuklarda koruyucu faktörleri artırmak dışında başka bir yöntem yok.
Peki erken müdahale, doğru psikososyal desteklerle bu çocuklarda suça eğilim riski ne kadar azaltılabilir?
Diyelim çocuğun suça eğilimli bir biyolojik yapısı var. Ailesi de böyle özellikler gösteriyor. Bu çocuğun ileride problemli olma ihtimali çok yüksek. Eğer o çocuk erken yaşlarda düzgün bir aileye verilirse risk azalır ama sıfırlanmaz. Zaten çalışmalar şunu da göstermiş: Suça eğilimli ailelerden alınan çocukların başka aileler tarafından büyütülmesi bazı çocuklarda koruyucu, bazılarında ise etkisiz. Yani ne yaparsanız yapın, biyolojik faktörler hâlâ baskın olabilir. Dolayısıyla işler her zaman siyah-beyaz netliğinde değil.
Gelişmiş ülkelerde ve ülkemizde bu risklerle başa çıkmak için ‘suça sürüklenen çocuk’ kavramı geliştirildi. Eskiden çocuklar doğrudan suçlu olarak yargılanırken şimdi erken tespit ve olumlu desteklerle topluma kazandırma yoluna gidiliyor. Elbette her problemli çocuğu kurtarmak mümkün değil. Ama bazılarında problemli davranış sıklığını ve şiddetini azaltmak mümkün.
Bu noktada önemli bir karışıklığı tekrar vurgulamakta fayda var: Toplumda infial yaratan her şiddet olayı ya da cinayetten sonra ‘Bu kesin şizofren’ gibi ifadeler sık kullanılıyor. Oysa araştırmalar, şizofreni hastalarının suç işleme oranlarının genel nüfusla benzer olduğunu ortaya koyuyor. Psikiyatrik hastalık ve suçlu kişilik yapısı tamamen farklı durumlar. Suç işleyen kişilerin yeri hastane değil, hapishane.
Suçlu kişilik yapısından kastınız yalnızca antisosyal kişilik bozukluğu mu?
Hayır, sadece bununla sınırlı değil. Örneğin sapkınlıklar, pedofili ve cinsel suçları da bu kapsamda değerlendiriyoruz. Bu tür davranışları sergileyen kişiler her zaman antisosyal kişilik bozukluğu göstermek zorunda değil, toplum içinde gayet normal görünen kişiler de olabilirler.
Çocuklarda davranım bozukluğunun şiddet eğiliminde önemli bir risk faktörü olduğunu belirttiniz. Peki bunun dışında şiddet eğilimini artırabilecek başka psikiyatrik rahatsızlıklar var mı?
Çocukluk çağında erken müdahale özellikle iki rahatsızlık açısından çok önemli. Birincisi, davranım bozukluğu. İkincisi dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB).
Çocuklarda davranım bozukluğu tanısı alanların önemli bir kısmının tanısı erişkinlikte ‘antisosyal kişilik bozukluğu’ olarak devam ediyor. Bu bozuklukta empati yoksunluğu yaşanır, diğer insanların duyguları, hakları umursanmaz ve vicdani değerler geliştirilemez. Kasıtlı bir kötülük, zarar verme eğilimi vardır.
DEHB’de ise empati, merhamet gelişmiştir ama bu çocuklar dürtülerini kontrol edemez. İstemeden başkalarına zarar verebilirler. DEHB, tedavisi olan bir bozukluk; bu çocuklar tedaviyle sorunsuz bir şekilde hayatlarına devam edebilir. Fakat küçük yaştan itibaren düzenli tedavi ve yaklaşımları almazlarsa ileride davranım bozukluğu, antisosyal kişilik bozukluğuna evrilebilirler. Daha fazla trafik kazası yaşayabilir, suç işleyebilir, riskli cinsel davranışlarda bulunabilir, madde kullanımına yönelebilirler…
Aile konusuna tekrar dönmek istiyorum. Sağlıklı bir ailede büyüyen çocukların da sorunlar geliştirebilme ihtimaline nasıl bakıyorsunuz?
Ailenin demin bahsettiğim gibi biyolojik bir etkisi var; şiddete eğilim çocuğa genetik olarak geçebiliyor. Ek olarak çocuk, şiddet davranışlarını ailede öğrenme yoluyla da edinebiliyor. Ailede şiddet görerek büyüyen bir çocuk ileride bu davranışı kendi hayatında tekrarlama eğilimine girebiliyor.
Ama tabii şunu da ayırmak lazım: Tamamen normal, sağlıklı bir ailede büyümesine rağmen çok problemli olan çocuk da görebiliyoruz. Çocuğu için elinden geleni yapan ama yine de çözüm bulamayan birçok aileyle de karşılaştım. Çünkü her birey, kendine has genetik mirasla doğuyor; bazen uzak bir kuşaktan gelen bir gen çocuklarda davranış bozukluklarının veya şiddet eğiliminin gelişmesine katkıda bulunabiliyor. Ayrıca sosyal çevre, travmalar, kişisel deneyimler, hatta dijital dünyadan gelen etkiler de çocukların sorun geliştirmesinde rol oynayabiliyor.
Dijital dünya, şiddet eğilimlerinin gelişiminde ne kadar etkili sizce?
Şöyle açıklayayım: Eğer bir erişkin sağlıklı ve dengeli bir kişiliğe sahipse sosyal medyada ya da dijital dünyada karşılaştığı şiddet ya da sapkın içerikler ona doğrudan zarar vermez. Yani bir kişi sadece bu tür içeriklere maruz kaldığı için şiddet eğilimli, sapkın ya da farklı bir kimliğe sahip olmaz. Asıl mesele, bu tür eğilimleri taşıyan kişilerin dijital dünyada sorunlu içerikleri bulup bunlardan beslenme eğiliminde olmalarıdır.
Çocuklar içinse biraz farklı düşünüyoruz. Çünkü çocuklar kimlik oluşturma aşamasında oldukları için doğru ve yanlışı ayırt etmekte zorlanabiliyor. Maruz kaldıkları içerikler onları etkileyebiliyor. Dahası davranım bozukluğu, DEHB gibi sorunlar yaşayan çocuklar şiddet içeren içeriklere daha fazla ilgi gösterebiliyor. Şiddeti normal bir davranış gibi algılayıp kendi hayatlarında tekrarlayabiliyor.
Kamuoyunda büyük öfke uyandıran Semih Çelik’in işlediği cinayetlere de değinmek istiyorum. Annesinin ifadesine göre oğlunun daha önce bir intihar girişimi ve defalarca psikiyatriste götürülme öyküsü var. Fakat durum “ergenlik dönemi sorunları” olarak değerlendirilmiş. Sizce profesyonel yardım arayışları neden sonuç vermemiş olabilir? Sorunlar daha erken tespit edilip gerekli adımlar atılsaydı bu olay önlenebilir miydi?
Kişiyi bizzat değerlendirmediğim için kesin bir yorum yapmam mümkün değil. Fakat ben Semih’in çocukluk döneminden itibaren süregelen psikopatik kişilik özelliklerine sahip olabileceğini düşünüyorum. Ek olarak varsa madde kullanımı ve dijital platformlarda belli gruplarla kurduğu özdeşliğin de bu trajik sonucun ortaya çıkmasında rol oynamış olabileceği kanısındayım.
Bu noktada “Semih Çelik psikiyatri hastanelerinde uzun süreli yatırılmadığı için bu cinayet oldu” diye bir eleştiri yapılıyor. Ne dersiniz?
Son derece yersiz bir eleştiri. İşin aslı şu: 90’lı yıllardan önce tüm dünyada büyük psikiyatri hastaneleri vardı. Eldeki tedavi seçenekleri yeterli olmadığı için hastalar oraya bırakılırdı, yaşamlarını uzun süre orada sürdürürlerdi. Bizim Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi de öyleydi. Bu hastanelere aynı zamanda “depo hastanesi” deniyordu.
Fakat daha sonra çok etkili ilaçlar bulunduğu için Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) büyük ölçekli ruh sağlığı kurumlarından topluma dayalı bakım modellerine geçişi teşvik etti. Amaç daha insancıl ve etkili bakım modellerine geçmekti. Bizim ülkemiz de dahil dünyanın hiçbir yerinde bu hastaneler artık yok. Eskiden depresyon, şizofreni gibi psikiyatrik rahatsızlıkları bulunanlar bu hastanelere kapatılıyordu. Çok korkunç bir uygulamaydı, insan haklarına aykırıydı.
Şizofreniyi ele alalım. Hakim, doktor olan, işlerini başarıyla yapan, normal bir yaşam süren o kadar çok insan var ki… Günümüzdeki etkili tedavilerle bu hastaların hastaneye kapatılması gibi bir durum söz konusu olamaz.
Şu anda sadece suç işlemiş psikiyatri hastalarının kaldığı adli psikiyatri cezaevleri var. Diyelim bir akıl hastası cinayet işledi. O kişi normal bir hapishane yerine adli psikiyatri cezaevine konuluyor.
Peki bir psikiyatrik rahatsızlıkta hangi durumlarda yatış yapılıyor?
Tüm dünyada uygulama şu: Normal bir hastane içinde psikiyatri bölümü olur ve buraya acil durumlarda hasta yatırılır. Örneğin intihar riski, saldırganlık, ağır hastalığı olmasına rağmen ilaçların kullanılmaması gibi durumlarda normalde bir-iki hafta, en fazla bir buçuk, iki ay yatış yapılır.
Mesela bir şizofreni hastası ilaçlarını kullanmadığı için kötü olduysa yatırılır, belirtileri yatıştırılır, ilaçları düzenlenir ve taburcu edilir. Ne kadar kısa süre yatırılırsa o kadar iyi. Asıl tedavi de çıkışta yapılır.
Semih Çelik vakasında da birkaç kez hastane yatışı olmuş. İntihar girişimi varmış. Biz intihar eğilimine “suicide”, başkalarını öldürme isteğine de “homicide” diyoruz. Genelde psikopatik kişilerde ikisi bir arada da olabilir. Özellikle de madde kullanımı öyküsü varsa.
Semih Çelik’in babası, ifadesinde oğlunun madde kullandığını da belirtiyor.
Bakın, sağlıklı herhangi bir kişi bile süreğen ve yoğun bir şekilde madde kullanırsa suicide ve homicide fikirler, eylemler geliştirebilir. Çünkü madde kullanımı, hayvanlardan farkımız olan dürtü kontrolü, saldırganlık gibi davranışları kontrol etmemizi sağlayan beyindeki frontal korteksi devre dışı bırakır. O nedenle madde kullanan kişiyle kullanmayanı ayrı değerlendirmek lazım. Şiddet suçlarının çoğunda madde kullanımı mevcut.
Semih Çelik muhtemelen ya kendisine ya başkasına bir şey yapacağı için hastaneye yatırıldı. Çıktıktan sonra da asıl tedavisine devam etmedi. Sorun şu ki madde kullanımı olan kişiler genellikle tedaviyi reddederler. Tedaviye gitmezler, ilaçlarını almazlar. Ailenin de çabaları çoğu zaman sonuç vermez. Ne yazık ki madde tedavisi hastanın rızasını gerektirir. Diyelim ki madde kullanımı nedeniyle ‘Bırakayım artık’ diyen bir hastayı yatırdık. Ama ertesi gün vazgeçti, ‘Ben çıkmak istiyorum’ dedi. Bu durumda hastayı çıkarmak zorundayız.
Ayrıca ben Semih Çelik’in biyolojik olarak da psikopati eğilimi taşıdığını düşünüyorum. Madde kullanımını da ekleyince sonuç ne yazık ki vahşet oldu.
Bir de tabii şunu da söylemem lazım: Yineleyen suicide veya homicide fikirleri olanlarda bazen psikiyatrik tedavinin hiçbir etkisi olmuyor. Bir tane vakamı örnek vereyim. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yedi kere yatırdığımız bir fen lisesi öğrencisi vardı. Çok zeki, başarılı bir delikanlıydı. Ama çok sayıda intihar girişimi olmuştu. Her türlü tedaviyi uyguladık. En son yatışından bir süre sonra Galata Köprüsü’nden kendisini attı. Çok üzüldüğümüz bir vakaydı.
Homicide ile ilgili de bir vakam var: Defalarca eline silah alıp etrafı taramıştı. Şans eseri saldırıya uğrayan yakınları ölmemiş ve şikayetçi olmamışlardı. Onda da tedavinin hiçbir etkisi yoktu. Sonra ne olduğunu bilmiyorum ama muhtemelen birilerini silahla yaralayıp ya da öldürüp hapishaneye düşmüştür.
Ama mesela suç işleme potansiyeli yüksek olan bir kişiyi alıp ömür boyu bir yerde yatıramıyoruz. Çünkü bu sadece bir tahmin, belki de suç işlemeyecek. Dolayısıyla suç eğilimi gösteren kişileri kapatmak gibi bir uygulama yok dünyada, insan haklarına da aykırı.
Peki suça yatkın kişileri suç işlemekten ne alıkoyabilir?
Suçlu kişiliği olan erişkin kişileri durdurmanın en etkili yolu güçlü ve adil kanuni yaptırımlardır. Son yıllarda ülkemizde suçluların yeterince cezalandırılmaması, hakkında 39 suç dosyası olan kişilerin bile tutuklanmadan serbest bırakılması, hatta adam öldürenlerin bile üç-beş yıl hapis yatıp çıkması gibi örneklerle ne yazık ki sık karşılaşıyoruz. Bu gidişle şiddet suçlarının, uyuşturucu ticaretinin ve cinsel istismarın artması kaçınılmaz görünüyor.
Madde kullanımı Türkiye’de ciddi bir sorun değil mi? Bu konuda sizin gözlemleriniz neler?
Madde kullanımının boyutlarını size anlatamam. Oy oranı olarak muhafazakâr diyebileceğiniz en küçük köylerde bile artık madde kullanılıyor. Ben 2000’li yıllarda Cerrahpaşa’da ihtisas yaptım, dört sene boyunca sadece bir tane madde kullanımı gördüm. Şu anda hastalarımızın neredeyse yarısında madde kullanımı var. Üstelik Türkiye’nin farklı yerlerinden geliyorlar, sadece büyük şehirlerden de değil.
Bakırköy’ün Alkol Madde Bağımlılığı Bölümü’nü de yönetmiştim. O zamanlarda da madde kullanımı bu kadar yaygın değildi. Uyuşturucuyla mücadeleyle ilgili bence hiçbir şey yapılmıyor. Hatta bazen ‘Acaba teşvik mi var?’ diye düşünüyor insan. Her köşe başında uyuşturucu satılıyor. Patlama şeklinde uyuşturucu kullanılıyor. Satanlara da kullananlara da hiçbir şey yapılmıyor. O kadar rahatlar ki… 10’uncu kez yakalanıp denetimli serbestlikle bırakılan kişiler var.
Son olarak aileler, çocuklarının davranışlarındaki hangi değişiklikler karşısında dikkatli olmalı ve profesyonel bir destek aramalı?
Ergenlik döneminde arkadaş çevresi büyük bir etkiye sahip. Çocuk, arkadaşlarının yönlendirmesiyle yanlış yollara sapabilir. Bu yüzden aileler çocuklarının kimlerle vakit geçirdiğini dikkatle gözlemlemeli. Türkiye’de aileler genellikle çocuklarını dışarı göndermeyip arkadaşlarıyla görüşmelerini kısıtlıyor. Fakat bu kısıtlama tam tersine etki yaratıyor, çocuk bu sefer gizli gizli buluşmaya başlıyor. Önemli olan çocuğun bağımsızlığını kısıtlamadan tehlike anında müdahale etmeyi bilmek.
Madde kullanımına da dikkat etmek şart. Çocuğunuzu hep bu açıdan da gözlemlemeniz lazım. Ne yazık ki pek çok aile çocuğunun madde kullandığını yıllar sonra fark ediyor. Ailenin haberi olmuyor. Ergenlik çok önemli bir dönem. Ergenlik 18’inde bitmiyor, 18-21 yaşı da ergenlik dönemine sokuyoruz. Eğer bağımlılığı çok ilerlemeden yakalarsanız çocuğunuzu kurtarma şansınız yükselir. Bir haftadır uyuşturucu kullanan bir çocuğun kurtarılmasıyla üç yıldır kullananınki bir değil.
Ailelerin belki de dikkat etmesi gereken en önemli konu çocuklarıyla iyi bir iletişim kurmak. Eğer aranızda güven ilişkisi varsa, sizinle rahat bir şekilde konuşabiliyorsa yaşadığı tüm sorunları, zorlukları gelip size anlatacaktır. Ama iletişim koparsa sorunlar büyüyüp bir yumak haline gelecektir.
Çocuğunuzda son zamanlarda yaşadığı herhangi bir değişimi de dikkatle takip etmelisiniz. Buna ruh hali değişimlerinden okul başarısında düşüşe, içe kapanmadan ani öfke patlamalarına kadar her türlü değişim dahil.
Prof. Dr. Sözüer: Şiddetin gerçek sebepleri hukuksuzlukta gizli
Peki Semih Çelik’in işlediği vahşi cinayetler sonrasında psikiyatri hastalarının “potansiyel suçlu” olarak gösterilmesi doğru mu? İstanbul Bilgi Üniversitesi Ceza Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Adem Sözüer ile bu soruya yanıt aradık. Sözüer, bu yaklaşımın tehlikeli ve yanıltıcı olduğunu belirterek şiddetin temel sebeplerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini vurguluyor. Kadına yönelik şiddet ve artan suç oranlarının asıl nedeninin hukuku hiçe sayan politikalar olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Sözüer’in açıklamaları şöyle:
Semih Çelik’in işlediği cinayetler psikiyatrik hastalıkları suçla ilişkilendiren yanlış algıları güçlendirdi. Sizce bu algının ne tür sakıncaları olabilir?
Semih Çelik’in işlediği iki cinayet de vahşi ve canavarca hislerle işlenmiş kadın cinayetleridir. Sebebi de esasen Türkiye’deki kadın cinayetleri ve şiddet suçlarıyla aynı. Ne yazık ki bu cinayetler gerekçe gösterilerek psikiyatri hastaları “potansiyel suçlu” gibi gösteriliyor. Bu çok tehlikeli ve yanlış bir yaklaşım. Çünkü sorunun gerçek sebeplerinin üstünü örtüyor.
Türkiye’de “Azınlık Raporu” filmindeki gibi uygulamalarla vatandaşları “riskli kişi”, “potansiyel suçlu” diye kategorize edip hastanelere ve hapishanelere kapatan bir totaliter rejim oluşturulmasına izin verilmemeli.
Kadına yönelik şiddet ve şiddet suçlarının artmasının sebepleri sizce neler?
Maalesef, kadına yönelik şiddet siyasette zaman zaman meşrulaştırılıyor. TBMM’nin kabul ettiği İstanbul Sözleşmesi’nden bir imzayla çıkıldı, 6284 sayılı Şiddetin Önlenmesi Kanunu’nun önleyici tedbirleri uygulanmıyor. Şiddet suçları affediliyor, bireysel silahlanma hızla artıyor. Örgütlü şiddet suçluları kahraman gibi karşılanıyor. Tüm bunlar yaşanırken dönüp ‘Semih Çelik nasıl iki kadını öldürdü?’ diye sormak yerine devletin neden Anayasa ve yasalarına uymadığını sorgulamalıyız.
Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları uygulanmıyor, ifade özgürlüğü, çevre kuralları, adil yargılanma ilkeleri hiçe sayılıyor. Bunları kim yapıyor? Devlet yapıyor. Hemen hiçbir kuralın uygulanmadığı, ağır sosyoekonomik sorunlar nedeniyle gelecek umudu kalmayan kitlelerin yaşadığı bir toplumda vatandaşların kurallara nasıl uyması beklenebilir ki.
Daha geçenlerde Adalet Bakanlığı Cem Garipoğlu’nun mezarını açtırarak kendi Adli Tıp Kurumu’nun, infaz kurumunun ve savcılığın tüm işlemlerini şüpheli hale getirdi. Şimdi ‘DNA incelemesi sonuçlandı, alınan örnekler Cem Garipoğlu’na ait’ diye açıklama yapıyorlar. Ama artık bu incelemeye kim inanır?
Türkiye’de kadına yönelik şiddet dahil şiddet suçlarının artmasının temel nedeni hukuku bilerek göz ardı eden hatalı politikalardır. Ama vahşice işlenen suçlar bahane edilip özgürlükleri kısıtlayan, muhalifleri hedef alan yasalar çıkarılmak isteniyor. İnsanlar suç korkusuyla baskıcı ve otoriter uygulamalara boyun eğmeye zorlanıyor.
Bir ceza hukukçusu olarak psikiyatri hastalarının suç işleme oranları hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Psikiyatri hastalarının suç işleme oranları oldukça düşük. Suça neden olan risk faktörleri belli; bunlar arasında sosyal, siyasi ve ekonomik etkenler var. Bunları görmezden gelip şiddetin sebebini psikiyatrik hastalıklara bağlamak her şeyden önce hastaların haklarını ihlal eder. Psikiyatri, insanları kapatacağınız bir yargı ya da infaz kurumu değil.
Sosyal, siyasi, eğitim, yoksulluk, yoksunluk gibi diğer risk faktörlerini çözmeden şiddeti azaltamazsınız. Yargının tarafsızlığını sağlamadan, adil yargılama süreçlerini işletmeden, etkin bir ceza ve infaz sistemi uygulamadan şiddet sorununu çözemezsiniz.