“Emekliliğim nihayet gelmişti. Hayatımın en rahat yıllarına başlamaya hazırdım. Ancak işler pek de planlandığı gibi gitmedi. Bir ay sonra hastalandım. Ciddi bir şey yoktu, sadece biraz kötü hissediyordum. Kızım beni bir doktora götürdü. Doktor muayene ettikten sonra göğüs enfeksiyonu geçirdiğimi söyledi ve beni bir göğüs hastalıkları uzmanına yönlendirdi. Fakat uzman doktor beni klinikte tedavi edemedi ve tedavi için hastaneye gitmemi önerdi.
Hastanede bana bir yatak verildi. Kızım, birkaç gün burada kalacağımı bildiği için bana evden bazı kıyafetler getirmek üzere ayrıldı hastaneden. Tek başına onu beklerken birdenbire tuhaf hissetmeye başladım. Biraz kafam karışmış ve yorgun hissediyordum. O an bunun üzerinde fazla düşünmedim ve sadece dinlenmeye çalıştım.
Kızımın kıyafetlerimle dönmesi çok uzun sürmedi. Hemen iyi olup olmadığımı sordu. Çok endişeliydi çünkü tavrım değişmişti ve her zamanki ben değildim. Kızım, ‘Sana uyku ilacı falan mı verdiler?’ diye sordu, ‘Hayır’ diye mırıldanmayı başardım. Bir şeylerin ters gittiğini biliyordu ve doktor çağırmaya gitti.
Hatırladığım bir sonraki şey beş doktorun birden içeri girip başıma üşüşmesiydi. İçlerinden biri ayağımı tuttu ve reflekslerimi test etmek için tekme atmamı istedi. Tekme atmaya çalıştım ama bunu yapacak gücü zar zor buldum. Bu noktada doktorlar inme geçirdiğime dair bir sonuca vardılar. Daha büyük bir hastaneye nakledilmek üzere bir ambulansa bindirilmeden önce CT taraması yapıldı. Ambulansın içinde yönümü şaşırmış hissettim. Sakin bir şekilde oturduklarını bilmeme rağmen herkes etrafımda koşuşturuyor gibiydi.
İnme geçirmemin nedeni düzensiz bir kalp atışı olan atriyal fibrilasyondu. O zamana kadar böyle bir hastalığımın olduğunu bilmiyordum, muhtemelen yıllardır onunla yaşıyordum. Sonraki iki haftayı hastanede geçirdim. Çok şanslıydım çünkü iki-üç gün içinde ellerim ve parmaklarımdaki hareketi yeniden kazandım. Bir hafta içinde kısıtlı da olsa yürüyebiliyordum. İnme geçirdiğimde hastanede olduğum için çok şanslıyım.”
Bu sözler, Avusturalya’da inme hakkında farkındalık yaratmak için faaliyet gösteren İnme Vakfı’nın web sitesinde inme öykülerini paylaşan bir hastaya ait. İnme geçirmesine neden olan atriyal fibrilasyon ise en sık görülen kalp ritim bozukluğu. Düzensiz ve anormal derecede kalp atışına sebep olan bu hastalığın en korkulan sonuçlarından biri yukarıdaki hastanın öyküsünde olduğu gibi inmeye yol açması. Risk hatır sayılır ölçüde yüksek, araştırmalara göre atriyal fibrilasyonu olanlarda beyin damar tıkanıklığına bağlı inme riski üç-beş kat daha fazla. Hastalık erken saptandığında ve uygun tedavi başlandığında elbette bu risk ortadan kaldırılabiliyor. Fakat hastalığı erken tespit etmek her zaman mümkün değil çünkü atriyal fibrilasyon bazen hiç belirti vermeden varlığını sürdürüyor. Şanslı hasta grubunda ise çarpıntı, göğüs ağrısı, fenalık hissi gibi doktora götürecek yakınmalara neden oluyor.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Barış İkitimur’dan hem bu hastalıkla ilgili detayları öğrendik hem de “Çarpıntıları ne zaman önemsemeliyiz?” sorununun yanıtını aldık.
Atriyal fibrilasyon nedir?
Kalbin kulakçıklarıyla ilişkili bir ritim problemi. Bu tabloda kalbin atrium dediğimiz kulakçıklarının kasılmasını sağlayan elektriksel etkinlik kayboluyor ve kalbin normal kasılması bozuluyor. Bunun sonucunda kalpte bir düzensizlik hâkim oluyor ve kalp tipik olarak hızlanıyor.
Neden önemli bir sorun?
Burada iki temel sorun var. Birincisi, kalpte çarpıntı, nefes darlığı, kalp yetersizliği gibi sorunlara neden oluyor. İkincisi, kulakçıklar normal kasılmasını kaybettiği için kulakçıkların içinde dolaşan kan, akışkanlığını kaybederek pıhtılaşıyor. Meydana gelen pıhtı kalbin sol tarafında olduğu için başta beyin olmak üzere vücudumuzun tüm atardamarlarına gitme riski taşıyor. En korktuğumuz sonuç pıhtının beyin damarlarına oturarak iskemik inme (felç) dediğimiz duruma yol açması. Tabii inme dışında bu tablonun ölümle sonuçlanma riski de var.
Bu sonuçların ortaya çıkışını engellemek mümkün mü?
Öncelikle atriyal fibrilasyonun tanısını koymak gerekir ki önlem alabilelim. Bu hastalık ne yazık ki bazen sessiz seyredebiliyor. Eğer tanı koyduysak yüksek kalp hızını normale çevirmek için ilaçlara başvuruyoruz, bazen de ablasyon dediğimiz bir girişimle sorunlu alana ısı tedavisi uyguluyoruz. İkinci yaklaşımımız pıhtı riski yüksek hastalara kan sulandırıcı başlamak. Kan sulandırıcıya hastanın özelliklerine bakarak karar veriyoruz. Örneğin hastanın eşlik eden yüksek tansiyon, şeker, kalp yetersizliği, damar hastalığı gibi sorunları varsa, hasta daha önce inme geçirdiyse ya da yaşı 65’ten fazlaysa “Bu hasta, inme için risk altında, kan sulandırıcı başlayalım” diyoruz. Kan sulandırıcılar aslında o kadar basit ilaçlar değil, her bir kan sulandırıcının yıllık bazda belli oranda kanama riski var. O nedenle hastanın atriyal fibrilasyon nedeniyle inme riskinin belli bir miktardan fazla olması lazım ki kan sulandırıcıları başlayalım. Tam bu noktada bir uyarı yapmak istiyorum, genellikle Aspirin’in yeterli olacağı konusunda yanlış bir kanı var ama yalnızca Aspirin’le bu işi kotaramayız. İnme riskini azaltmak için ‘antikoagulan’ dediğimiz kuvvetli kan sulandırıcılara başvurmamız lazım. Eskiden kan sulandırıcıları kullanmak daha zordu, her hasta için “Acaba kanı ne kadar sulandı?” diye bakmak zorundaydık. Son 15 yılda ortaya çıkan yeni nesil ilaçlar sayesinde artık sürekli kan kontrolü yapmamız gerekmiyor. Bu ilaçları günde bir-iki kez ağızdan tablet şeklinde kullanmak yeterli oluyor.
Atriyal fibrilasyon hangi sebeplerle ortaya çıkıyor?
Hipertansiyon, kilo fazlalığı, kalp yetersizliği, kapak hastalıkları, kalp damar hastalıkları, ilaçlar, hipertirodi (tiroid bezinin aşırı çalışması) gibi hormonal bozukluklar, bazı ilaçlar, alkol… Bunlar atriyal fibrilasyonun en sık görülen nedenleri arasında. Ama bazen bu tür sorunlar olmadan da yapısal bazı nedenlerle atriyal fibrilasyon gelişebiliyor.
Atriyal fibrilasyon hastalığına işaret eden belirtiler neler?
Hızlı ve düzensiz kalp atışı, yorgunluk, baş dönmesi tipik belirtilerden. Bazen bayılma, nefes darlığı, göğüs ağrısı ile de gelebiliyor hasta. Ama bazen de hiç belirti vermiyor ya da hastanın çok da ciddiye almadığı çarpıntılarla seyredebiliyor. Hatta bu sessiz seyirli çarpıntılar zaman zaman hastaların akıllı saatleri tarafından tespit ediliyor. Hem IOS hem android tabanlı saatlerin içinde atriyal fibrilasyonu tespit edip kaydeden ve hastayı hekime yönlendiren sistemler var. Bu sayede normalde herhangi bir sorun hissetmeyen ama cihazın uyarısıyla bize başvuran hastalarımız oldu.
Atriyal fibrilasyon, ritim bozuklukları içinde doktorları en endişelendireni mi?
Diğerleri de endişe verici olabilir. Özellikle de kan basıncını düşüren, bilinç durumunda değişikliğe ya da göğüs ağrısına yol açan çarpıntılar gerçekten bizim için kırmızı bayrak. Bu belirtiler, çarpıntıların kötü huylu olabileceğini, ani ölüme dahi yol açabilecek nitelikte olduğunu düşündürür. Çarpıntısı olan hastalarda riski belirlemek için baktığımız temel ölçütlerden biri de hastanın yapısal bir kalp hastalığının olup olmadığı. Kalp ultrasonu ya da diğer görüntüleme yöntemleriyle hastanın kalbine baktığımızda kalp fonksiyonları normalse bu bizi çok rahatlatır. Örneğin ciddi bir kapak hastalığı ya da kalp damar hastalığı olmaması içimize su serper. Bu tür yapısal sorunlarla birlikte olan ritim bozuklukları maalesef kötü huylu olabilir.
Çarpıntılar her zaman kalpte bir soruna mı işaret eder?
Hayır, çarpıntıların kalp dışında pek çok sebebi olabilir. Örneğin yüksek düzeyde stresiniz varsa, kaygı bozukluğu ya da panik atak gibi bir hastalığa sahipseniz çarpıntı hissi yaşayabilirsiniz. Kalbinizi uyarabilecek ilaçlar alıyorsanız (burun açıcı damlalar-spreyler, grip için hazırlanan reçetesiz ilaçlar, bazı astım ilaçları gibi) çarpıntınız olabilir. Tiroid bezinin fazla çalışması (hipertiroidi), gebelik ve kansızlık (anemi) çarpıntı yapabilir. Ayrıca kanda oksijen düşüklüğüne neden olabilecek bir solunum yolu problemi ya da vücudun genelini etkileyen bir enfeksiyon hastalığı kalbinizde hiçbir problem olmadan çarpıntı hissi yaşamanıza yol açabilir.
Çarpıntıların yiyecek-içeceklerle ilişkisi var mı?
Kalbi uyaracak maddeler içeren besinler çarpıntı hissine neden olabilir. Bu konuda da genellikle kafein içeren kahve, kola, enerji içeceği gibi içecekler suçlanıyor. Bunlardan mümkün mertebe uzak durulmalı. Bir de sigara ve tütünün de çarpıntıyı artırdığını tekrarlamamız lazım.
Çarpıntımızın masum olup olmadığını kendi kendimize anlamamız mümkün mü?
Bir kere çarpıntınıza başka bir belirtinin eşlik edip etmediği önemli. Göğüs ağrısı, nefes darlığı, bayılır gibi olma, fenalık hissi, nabzın çok yüksek veya düzensiz ölçülmesi, göğüs ağrısı, kan basıncı yüksekliği ya da düşüklüğü… Eğer çarpıntı sırasında bu tür yakınmalarınız varsa vakit kaybetmeden doktora gitmelisiniz.
Çarpıntı demek kişinin kalbinin atışını hissetmesi demek. Bu atış değişik şekillerde olabilir. Yavaş ve çok kuvvetli atımı da çarpıntı olarak hissedebiliriz, hızlı ve düzensiz atımı da… Bazen de hızlı ve düzenli atımı çarpıntı olarak hissederiz. İşin aslı EKG’yi görmeden, yapısal kalp hastalığının olup olmadığına bakmadan sadece anlattıklarınıza bakarak bizim bile çarpıntının masum mu yoksa kötü huylu olduğunu söylememiz biraz zor.
Peki diyelim ki göğüs ağrısı, bayılma gibi ciddi yakınmalar yok ama ara ara çarpıntımız oluyor…
İnsanları çok telaşlandırmak istemiyorum ama genel olarak şöyle bir öneride bulunabilirim. Çarpıntı çok nadir oluyorsa, yalnızca birkaç saniye sürüp geçiyorsa ya da çok belirgin nedeni varsa genellikle araştırılmasına gerek duymuyoruz. Örneğin aşırı yorgunluk, üzüntü, susuz kalmak, uzun süre ayakta durmak, güneş altında beklemek, heyecan gibi nedenlerle kalbimizin atışını hissedebiliriz. Bu anlaşılabilir bir şey. Ama durup dururken anlam veremediğiniz, devam eden, özellikle dakikaları bulan çarpıntılarınız varsa tavsiyem bir doktora başvurmanız.
Hastalarıma en fazla söylediğim hususlardan biri şu: Çarpıntınız olduğunda muhakkak kalp ritminizi dökümante ettirin. Bunu da herhangi bir sağlık kuruluşuna giderek çarpıntı esnasında EKG çektirerek yapabilirsiniz. EKG bizim için gerçekten çok değerli bir tetkik.
Atriyal fibrilasyon özelinde konuşursak akıllı saatiniz varsa bu sorunu tespit eden uygulamaları da kullanabilirsiniz. Normalde fark edilmeyecek ritim bozukluklarını tespit etmede bu saatler gerçekten önemli rol oynuyor. Elbette hiçbir şikayeti olmayan biri için, ‘Muhakkak akıllı saat alın’ diye bir öneride bulunmayacağım. Ama aralıklı çarpıntınız oluyor ve bu çarpıntıyı EKG çekimi sırasında yakalama şansı olmuyorsa akıllı saat çok işe yarar.
Aralıklı çarpıntıları yakalamak konusunda hastaya holter de takılabilir ama hem uygulanması daha zor hem de daha pahalı. Oysa akıllı saati zaten sürekli üzerinizde taşıyorsunuz, ekstra bir kablosu, zahmeti yok, hayat kalitenizi düşürmüyor. Bu nedenle ben akıllı saatleri çok büyük fırsat olarak görüyorum. Ara ara çarpıntıları olan hastalara da öneriyorum zaten. Ben Cerrahpaşa’da çalışma arkadaşlarımla beraber akıllı saatlerin klinikteki anlamı konusunda bir çalışma yaptım, Avrupa Kardiyoloji Cemiyeti’nin gelecek kongresine bir sunum olarak kabul edildi. European Heart Journal’da birkaç ay sonra basılacak. Bu çalışmada da gösterdik, akıllı saatler gerçekten işimizi çok kolaylaştırıyor. Biyosensörler içeren cihazlar gerçekten ilgi çekici ve gelişmeye açık bir saha, gelecek on yıllarda biyosensörler içeren giyilebilir cihazların hekimlere çok yardımcı olacağını ve hastanın genel takibinde giderek daha fazla rol oynayacağını düşünüyorum.
Son olarak herhangi bir sorunumuz olmasa da kalp kontrolünden geçmeli miyiz? Kaç yaşında kontrollere başlamalıyız?
Bu konuda kalp damar hastalığı riski taşıyıp taşımadığınız biraz belirleyici. Genelde 20-25 yaşlarını geçen bir kişinin kalp damar hastalığı için risk yaratan kolesterol, şeker gibi parametrelere en azından birkaç yılda bir baktırması iyi bir fikir olabilir. Çünkü kalp damar hastalığı aslında çok küçük yaşlardan başlıyor, sinsi bir şekilde ilerleyerek 30’lu-40’lı yaşlarda şikayete neden oluyor, 40-50’li yaşlarda ise zirve yapıyor. Özellikle birinci derece akrabalarınızda erken yaşta yoğun bir kalp damar hastalığı öyküsü varsa 20’li yaşlardan itibaren takip edilmeniz, en azından dört-beş yılda bir de olsa tetkiklerinizi yaptırmanız iyi bir fikir olabilir. Bunun dışında hiç şikayeti olmasa bile 40 yaşını geçen erkekler ve menopoz döneminden sonra kadınlarda muhakkak bir değerlendirme yapılarak riskin belirlenmesi lazım.