14 Temmuz, İstanbul
Yarın bir dostumun doğum günü. Bir hediye aldım ona ama vermeye utanıyorum. Niye utandığım bana kalsın ama vermeye cesaret edersem ve terslenmezsem bir on saniye mutlu bir insan olacağımı biliyorum. İlker Canıklıgil’in mutluluğu en çok üç saniye sürüyormuş. Ben ondan daha şanslıyım.
10Haber’de bugün bir haber okudum. Bir ‘ruh hastası’ eski bir polisin kendisinden ayrılmak isteyen sevgilisini katlettiği yazıyordu haberde. Ben bu tür haberlerde çok dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum. Kullandığımız kelimeler açısından. Çünkü bu cinayetin o kişinin ruh hastalığı nedeniyle işlendiği konusunda emin olma şansımız yok. Ne demek mi istiyorum? Şöyle örnekleyeyim; zatürre hastası biri sevgilisini katletti, diye bir haber okusak, ne alaka diye geçer aklımızdan. Evet belki bazı psikiyatrik bozukluklarda kişinin hezeyanları onun kendisine ya da bir başkasına zarar vermesine neden olabilir ama bu haberi okuduğumuzda sanki bütün ruh hastaları diğer insanlar için hayati tehlike teşkil ediyorlarmış gibi bir izlenim ediniyoruz. Oysa istatistikler ‘ruh hastaları’nın ‘ruh hastası’ olmayan insanlarla karşılaştırıldığında çok daha az suç işlediğini gösteriyor. Bu nedenle suçla ruh hastalığını bir arada kullanmak ciddi yanlış anlamalara neden olabilir.
Yazılarımı yayınladığım gazetenin bu konuda çok daha dikkatli olmasını bekliyorum açıkçası. Ama bu genel bir önyargı olduğu için 10Haber’in editörlerini suçlamak aklımdan geçmez. Ben bu konuda uyarıda bulunmamın görevim olduğunu düşünüyorum sadece.
Cemal Süreya’nın günlüklerini okuyorum. Şiiri bu kadar hayatının kılcal damarlarına kadar sokmuş bir başka şair tanımıyorum. Okuduğu şairlerin dönem dönem yazdığı şiirleri başka şairlerin şiirleriyle karşılaştırması ve yaptığı tespitlerin ufuk açıcılığı nasıl da şaşırtıyor beni.
Akşam oldu. Altı seanstan sonra gelen, bir saat kadar süren mental yorgunluk. İki bira kadar sürüyor, sonra geçiyor. Ofisimin hemen yanında bir mahalle pub’ı. Akşam üzerleri sakin ve sevimli oluyor. Saat sekize doğru aralarında herhangi bir fark göremediğim erkek ve kadınlarla doluyor. İşte diyorum gitme vakti geldi. Edip Cansever’in nereye gidilir diye sorabildiği bir Turgut Uyar’ı varmış.
17 Temmuz, İstanbul
Yalnız olmanın kendine has bir güzelliği var. Tek başına olmakla yalnız olmak farklı şeyler elbette. Tek başına olmak bir seçim değil, insanın başına gelen bir şey. Yalnızlık ise insanın seçtiği bir yaşam biçimi.
Bazı hediyeler vermek için değil. Onu anladım. Onu alırsınız ve o sizin kendi sevincinizi, kendi hüznünüz içindir.
Şu anda dünyada neler oluyor hiç haberim yok. 10Haber’e bile bakmıyorum. Birkaç gün sonra Alaçatı’da sevgili dostum Nihan Yardımcı Çetinkaya’nın sergisinin açılışı sonrası ‘Hayatımızı Hangi Değerler Üzerine Kurmalıyız?’ konulu bir konuşma yapacağım. Hiçbirimizin herhangi bir değeri kalmadığını bilerek. Petra’nın bahçesinde, ağaçların gölgesinde oturuyorum. Yusuf Lataeef’ten Love Theme çalıyor. Arkadan sokaktaki sesleri duyuyorum. Arabalar geçiyor, bazıları klakson çalıyor, bir kadın topuklu ayakkabılarını kaldırıma vura vura ben buradayım diyor, bir kedi sessizce ayaklarımın dibine yatıyor. Bunların hiçbirinin bana dokunmadan yanımdan öylesine geçmesine aldırmadan bakıyorum. Müzik hariç.
Sanırım artık hayatımın başka bir evresindeyim. Engin Geçtan bir sohbetimizde söylemişti. Hayatın içinde olmaktan hayatın kenarına çekilmek ve oradan yaşananları, yaşayanları izlemek. Başta zor geldiğini ama bir süre sonra zevk almaya başladığını eklemişti, sanki biraz hüzünle. Ben de kendimi hayatın kenarına çekilmiş, bir pencere pervazına yaslanıp sokaktan geçenleri izler gibi hayata baktığımı hissediyorum. İyi ki hâlâ seans yapabiliyorum.
Günün süsü Vladimir Mayakovski’den: Biricik sandalım / Parçalandı günlük hayatın darbeleriyle.
