20 Temmuz, Alaçatı
Dün sevgili Nihan Yardımcı’nın Alaçatı Yaahane’deki sergisinin açılışı için Alaçatı’ya geldim. Nihan kişisel sanat hayatının çeşitli evrelerinden seçerek bir araya getirdiği eserlerinden oluşturduğu bir sergi açtı. Bu sergi 250 yıllık bir zeytinyağı üretim merkezinin renove edilmiş bir atölyesinde. Zanaatla sanatın bu kadar güzel bir uyum içinde olmasına ne kadar şaşırdığımı bilemezsiniz.
Ardından benden istenmesinin nedenini anlamadığım bir başka etkinlik gerçekleştirdik. Bir insanın hayatını inşa etmesi için sahip olması gereken değerlerin neler olabileceği üzerine konuştuk. Bu konuda en son 2019’da Antalya’da bir kongrede bir konuşma yapmıştım ve dün gördüm ki, bugünler insanları öylesine kılavuzsuz bırakmış, öylesine yalnızlaştırmış ki değer dediğimizde, değer olarak ne demek istediğimizi, neyin değer olarak adlandırılabileceği konusunda bile insanların kafaları çok karışık.
Sevgili İoanna Hoca’nın yıllardır dilinde tüy bitmesinin bir nedeni varmış gerçekten. Postmodernizmin insana yaptığı kötülüğü başka hiçbir şey yapmıyor, yapmamış. Kavramların postmodernizm nedeniyle doğru kullanılamaması, insanların ciddi ciddi cümle kurduklarında bile, gerçekten bir şeyler söyledikleri sanısına kapılmalarına neden oluyor. Aslında kendi içinde çelişen, ne anlama geldiği belli olmayan kelimeler yığınına dönüşmüş oluyor kurulan cümlelerin çoğu.
Ve insanlar, maalesef bu konuda da doğru olanı, gerekiyorsa bir başkasının düzeltmesini, her şeyin hazır olarak kendilerine sunulmasını bekliyorlar. Yine İoanna Hoca’dan alıntı yapacağım. Hoca, dersini verdiği her filozofu anlatırken biz öğrencilerine, “benim bu söylediklerimi metinlerin aslından kontrol edin,” derdi. “Aristoteles hakkında bir şey söylemişsem, gidin Aristoteles’i okuyun ve benim söylediklerimin doğru olup olmadığını oradan teyit edin.”
Altan Öymen ölmüş. Artık ben de birileri ölünce hüzünlendiğim yaşlara geldim. Yıllarca yazılarını okuduğum birinin artık bu dünyada olmaması, sayısız gereksiz insanın sadece nefes almaya devam ettikleri için toplaştığı yeryüzünde olması, nefes almaktan vaz geçmeye karar vermiş güzel insanlarınsa yeraltına gönderilmesi; ne denebilir ki!
Sıra ne zaman bize gelecek acaba diye soruyor insan ister istemez kendine.
21 Temmuz, Bodrum
Rahat bir araba yolculuğuyla Alaçatı’dan Bodrum’a geldik. Akşam 19.30 gibi. Kaan’ın bütün söylenmelerine rağmen deniz çok güzeldi ve kendimizi serin sulara bıraktığımızda, yol yorgunluğu diye bir şey kalmadı üstümüzde.
Sonrasında ilginç bir şekilde çok güzel mezeleri ve harika balıkları olan bir balıkçıda üç erişkin bir çocuk Arnavutköy’de vereceğimizin çok çok altında bir ücret ödeyerek birkaç kadeh rakı içtik.
Reya’yla – Kaan’la Nihan’ın on yaşlarındaki kızları – bütün gece o kadar güzel sohbet ettik ki. Ardından, bizler yol yorgunu olduğumuz ama esas olarak elbette Reya’nın uykusu geldiği için vakitlice eve dönüp odalarımıza çekildik.
Ben misafir olduğum bu evde şuna bir kere daha kani oldum ki, hangi ev, nasıl bir ev olursa olsun o eve, bir mimarın elinin değmesi lazım.
Misafirleri olduğum bu evde, bir erkeğin eviyle bu kadar isteyerek ve kendine bunu bu kadar dert edinerek ilgilendiğine çok az şahit oldum. Bu, daha çok sevmeme neden oldu Kaan’ı. Elbette evin sanatsal tasarımında Nihan’ın dokunuşları da hissediliyor.
Bir gün kendi evim olursa – bu koşullarda pek olacak gibi gözükmüyor ama – mutlaka Kaan’a baş vuracağım, ileride belirsiz bir gelecekte.
Akşam oldu. Kaan da bütün online toplantılarını bitirdi. Biz o sırada Nihan’la hayat hakkında konuştuk birkaç bira eşliğinde, Reya beni kanosuyla gezdirdi ve ben ardından bütün şımarıklığımla yan masadaki hoş kadınlarla sohbet etmeye tenezzül ettim. Hepsinin dudakları, botoks ya da dolgu neyse, onlarla iyice kalınlaşmıştı ve daracık bikinileriyle çok çekici gözüküyorlardı ama ben Reya’nın anlattığı hikâyeleri dinlemeyi tercih ettim haliyle.
Alaçatı ve Bodrum’a geldiğimden beri iki şiir yazdım. Sanırım mutsuzum. Mutluluğun yaşandığını, mutsuzluğun yazıldığını düşünen kuşaktan olduğum için belki. Koyda hâlâ yüzenler var, saat akşamın yedisini birazcık geçiyor çünkü. Biralar, patates kızartmaları, sosisler, pizzalar gırla gidiyor. Dünya o kadar güzel ve sorunsuz bir yer ki buradan baktığınızda ve başka hiçbir şeyle ilgilenmediğinizde.
Birkaç tane şiirini okuduğum Bihter’in nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. Onunla sadece şiir üzerinden gelişen bir iletişim kuruyoruz ve son günlerde şiir aramızdaki kuş dili oldu sanki. Adı Bihter olan birinin olduğundan bile emin değilim aslında. Belki birileri benim dizelerimi ChatGPT’ye yazıyor ve ondan bana bir yanıt-şiir yazmasını istiyor. O kadar mümkün ki bu.
Ama ben buna inanmak istemem ve inanmıyorum, çünkü 58 yaşındayım ve güzel kağıtlara yazdığım mektupları postanede posta kutusuna attığım bir kuşaktan geliyorum.
1980’li yılların sonunda Gümüşlük’te Sysyphos adında bir pansiyon vardı, bilen bilir. Şimdi kim var bilmiyorum orada?
Bakalım neler olacak bu akşam? Çünkü Gümüşlük’te yıllardır mekân işleten Fiko’nun yerine gidiyoruz. Mimoza’ya. Rakı içip yarın yazacağım şiirin dizelerini hayal etmek istiyorum orada.
Kimsenin hayattan şüphe etmediği zamanlardı 80’li yıllar. Şiir okurduk, sevişirdik, âşık olurduk, sonra yine sevişirdik ve bu bize normal gelirdi. Başka da bir şey beklemezdik hayattan. Ne hayattan ne de birbirimizden. Belki de hayal acemisiydik ve ne beklememiz gerektiği hakkından en ufak bir fikrimiz de yoktu. Bugün sanki bu kadarla yetinmeyi bir türlü beceremiyoruz.
Günün süsü elbette Bihter’den: ben kendime kadarım / ne eksik ne fazla..
