24 Temmuz, Yalıkavak
Bugün erkenden uyandım. Saat 06.00 gibi deniz kıyısına indim. Bu saatlerde, her zaman olduğu gibi deniz çarşaf gibiydi. Su serindi ve pırıl pırıldı. Her şey kimsesizdi. Beni bekliyordu sanki dünya. Oysa kimsenin beni beklemediğini çok iyi biliyorum. Berlin’i bu nedenle özledim. Beklenemediğini bilmek yalnızlık hissini azaltıyor.
İnsanların beni hayal kırıklığına uğratmasına hâlâ izin verdiğim için kızgınım kendime. Lars Danielsson dinliyorum, Galliard’ın barında oturmuş cinle yapılmış bir kokteyl içerken. Güneş batıyor. Etrafımda minik bir kalabalık. Hepsi genç, çok genç. Eve kapanma yaşıma mı geldim acaba?
‘Bilinçdışı Mırıltılar’ kitabımın ses getireceğine ciddi bir inancım var. Bu nedenle Eylül’ün her şiire ayrı bir illüstrasyon çalışması yapmasını ne kadar da isterim. Ama buna zamanı olur mu bilmiyorum?
Erotik ve romantik şiirlerin kitabın büyük bölümünü kaplamasını istemiyorum. O nedenle özellikle Nietzsche ve Schopenhauer’in aforizmalarından faydalanmak istiyorum. Bakalım becerebilecek miyim?
Kendime verdiğim sözleri tutmadığım için ciddi bir dürtü bozukluğum olduğunu düşünmeye başladım.
Cemal Süreya ve Tomris Uyar birlikte yaşarlarken şiir çevirileri yaparlarmış. Kim bilir nasıl büyük bit hazdı bu onlar için? Âşık olduğunuz biriyle yabancı dilde okuduğunuz bir dizeyi Türkçe söyleyebilmek için birlikte kafa patlatmak. Bazan birlikte bulunan bir dize için coşkuyla birbirine sarılmak, bazansa anlaşamayıp tartışmak, hatta küsüşmek.
Rilke’nin bir dizesi konusunda sevdiğim kadına darılıp kapris yapmayı ve o gece salonda kanepede uyumayı ne kadar isterim. Sonra, gecenin ilerlemiş bir saatinde usulca yanına kıvrılıp ve sıcacık vücuduna sarılabilmek için ama.
Uykusunda mırıldanarak bana sokulması. Rilke daha güzel nasıl çevrilebilir ki?
Şimdi başımı sağa çevirdim ve Ege’nin çırpıntılı, laciverte dönmeye başlayan sularını gördüm. Bazan kendimden kuşkulanıyorum. Yaşadıklarımı yazmıyorum da yazabilmek için yaşama gayreti içindeymişim gibi geliyor bana.
Ece Ayhan, Edip Cansever’in dil bilmemesinin onun şiirine çok zarar verdiğini söyler bir söyleşide. Enis Batur’un yıllar önce çıkardığı ‘Gergedan’ Dergisinde Cemal Süreya ile yaptıkları söyleşiler vardı, onlardan birinde. Cansever’in dil bilip bilmediğini teyit edecek durumda değilim ama belki de bir insan yalnızca ana dilini bilerek daha iyi şiirler yazıyor olabilir. Bir yorum sadece.
Nietzsche’nin şiirlerini okumuş olmak ve bazılarını Türkçeye çevirmek benim kendimi geri plana atmama neden olmamış mıdır? Garip bir çelişki; etkilenmemek için kimseyi okumamak ama okumaktan mahrum kalarak o hazzı kaçırmak.
Attila İlhan’ın ikinci yeniyi bu kadar dışlamasının şiirle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Sanırım kendini konumlamak istediği politik bağlamdan çok uzak görüyordu onları. Oysa Cansever de, Süreya da en az Attila İlhan kadar solcuydu o günün koşulları içinde.
Soru şu: İnsan düzyazı yerine neden şiir yazar?
Günün süsü Ahmet Güntan’dan: mantıklı olan her şeyin nedenini aradım / nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü ve aşkı seviyorum / konuşma haline gelmeyen şeyleri
