29 Temmuz, Yalıkavak
Hayatımın en garip günlerinden birini yaşıyorum. Yalıkavak Edition Oteldeyiz. Genel müdürler geliyor, pazarlama müdürleri gidiyor, ardından yemek seçiminden sorumlu arkadaş gelip risotto toplarının bruschettadan neden daha uygun olduğunu anlatıyor. Bir etkinliğin düzenlenmesinde genç insanlar adlarını sadece Fine Dining restoranların menülerinde görebileceğiniz atıştırmalıklar seçip duruyorlar.
Sanırsınız ki Saint-Tropez’deyiz ve yüksek sosyete öyle bir ‘event’e gelecek ki, eğer o risotto topunun içindeki pirinç, yanında ikram edilecek beyaz şarapla uyum içinde olmazsa dünyanın içinde bulunduğu adaletsizlik kesinlikle bitmeyecek.
Mutsuzum ve mutsuz olmaktan gurur duyuyorum.
Komünist olup mücadele etmenin bir işe yarayacağını düşünsem gerçekten dağa çıkmayı isterim. Ama yalnızca boşu boşuna öleceğime eminim.
Neden bu hayatta kendime uygun bir yer, bir kafe belirleyip yalnızca oraya gittiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Ben bu dünyaya ait değilim. Ben yaşamıyorum, sadece var oluyorum. Bu da yetiyor işin kötüsü.
Bana, bir cumartesi öğleden sonra, “şu patlıcanları doğrasana, akşama misafirimiz var,” diyecek bir insana ihtiyacım var. “Ama hayatım, biliyorsun İsmail’le çok iyi anlaşamıyoruz,” dediğimde, bana, “hatırım için bu akşam surat asma, Fenerbahçe’den ve AKP’den bahsettiğinde sakin ol,” diyecek bir kadın olsun istiyorum hayatımda.
30 Temmuz, İstanbul
Bir hafta kadar bir aradan sonra yine İstanbul. Hisarüstü’nde İspendek adında bir balıkçı var. Çok özel bir yer. Bana da bir yazar arkadaşım, Ali Gür tanıtmıştı burayı yıllar önce. Sahibi tüpsüz metrelerce dalabilen ve ikram ettiği balıkları kendi avlayan ilginç bir insan. Şimdi biraz yaşlandığı için bunu her zaman yapmıyor anladığım kadarıyla.
Ama bu akşam bir başkasının misafiri olarak buradayım. Unutmuştum İspendek’in varlığını, sağ olsun, o yapmasaydı bu akşamki seçimi kim bilir ne kadar süre daha buraya gelmezdim. Çok güzel bir terasta mavi beyaz damalı tertemiz masa örtüleriyle kaplı ahşap masalar ve ancak dikkat ederseniz duyabileceğiniz güzel bir Türk müziği. Bazan Tanju Okan, bazan Müzeyyen Senar.
İstanbul’u özlemişim. Gün sessizce menekşelendi, sıcak azaldı, hafif bir rüzgâr esiyor Boğazdan doğru. Rumeli Hisarına giden daracık ağaçlı yol kıvrılarak aşağıya iniyor. Tam karşımda bir caminin özensiz minaresi kaba kaba yükseliyor ama bu bana hiç de kötü gelmiyor, hatta beni evimde hissettiriyor, çünkü biz buyuz.
Güzel olmasından önce işlevsel olmasına önem veririz her şeyin. Göçebelik zamanlarından kalan genetik kodlarımız olsa gerek. Güzel olanı arkada bırakıp gitmek zordur. Oysa, güzel olmayan ama belli bir işlevi olan her şey o işlevini yerine getiremediği an arkasına bakmadan, arkada bıraktığını özlemeden çekip gidebilir insan.
Selçuk Ural, “güle güle sana, yolun açık olsun,” diye bütün terk edilenlere sesleniyor. Arkadaşım henüz gelmedi ama ben zaten her zaman olduğu gibi erken gelip beklemeyi tercih etmiştim. Beklemek, gövde kazanması zamanın.
Hüznün yoğurtlu patlıcan gibi bir tadı var. Ama kilo almaktan korkulduğu için fırına atılmış patlıcan gibi bir şey. Ağızda kalan tatta bir şeyler eksik. Güzel ama eksik. Eksik olduğu için de daha çekici.
Yaz beni, yaz sıcağı omurgamda ter olarak yolunu bulurken.
Günün süsü Murathan Mungan’dan bugün: Sen neye benziyorsun biliyor musun? / Bilardo toplarına / Yazgını hep başkalarının istekalarının insafına bırakıyorsun da ondan…
