15 Ağustos, Berlin
Yarın İstanbul’a dönüyorum. Bu kadar kısa sürede İstanbul’u özleyeceğimi düşünmemiştim. Cafe Fleury’de bir köşeye çekilmiş seans vaktinin gelmesini bekliyorum. Hayat bugünlerde bana iyi geliyor, iyi davranıyor. Organizasyon konusunda birçok güçlükle karşılaşsam ve bunları halletmekte zorlansam da. Nedense bir ergen şımarıklığı var üzerimde; can sıkıcı olan günlük şeyleri birileri benim için yapsın, ben de yalnızca bana iyi gelen ve yapmak istediğim şeylerle oyalanayım istiyorum.
Şimdi seans vakti.
Arka arkaya online seanslar yapmaya başlayınca şunu fark ettim. Ben psikoterapinin kesinlikle yüz yüze yapılması gerektiğini düşünen bir psikoterapistim, belki yaşım gereğidir bu. Ama online seanslarda gördüm ki, hastalarıma daha şefkatli ve merhametli bir tutum sergileyebiliyorum. Bu yüz yüze olan seanslarla online seansların gerçekten varolan bir farkı mı yoksa sadece bir tesadüf mü? Bunu önümüzdeki zamanda gözleme şansım olacak.
Şimdi bir saat yemek aram var. Güzel bir baget sandviç ısmarladım kendime. Harika bir Avusturya sosisi, Fransız peyniri ve tatlı Alman turşusu var içinde. Yeşillikle birlikte.
Biraz evvel çok sevdiğim dostlarımdan birinin annesinin öldüğünü öğrendim. Sevgili Sarp Batur’un. Son ayları çok acılı geçmişti, o nedenle Sarp’tan rica etmişti palyatif tedavinin de sonlandırılmasını. Böyle bir karar vermenin ne kadar zor olduğunu kendi anne babamın ölümlerinden biliyorum. Bir de bu kararı verecek tek kişi sizseniz, bu sorumluluğu paylaşacak bir kardeşiniz yoksa, her şey daha da zor.
Sarp’ın annesi Türkçenin en sevdiğim şairlerinden biri olan Enis Batur’un eski eşi. Bu nedenle bu akşam Enis Batur okuyacağım biraz. Sarp’a sabır diliyorum. Acının ve rahatlamanın aynı anda hissedildiği ender zamanlardan biridir, bir ölümün uzamasından kaynaklanan o çaresiz bekleme anları. Hiçbir şey yapamazsınız, elinizden bir şey gelmez. Ve hayatın gerçekten ne anlama geldiğini sorgular durursunuz.
Saçma sapan nedenlerle küstüğünüz dostlarınız, çok anlam yüklediğiniz bir şeyi kaybettiğinizde yaşadığınız hayal kırıklıkları gelir aklınıza ve şaşarsınız kendinize. Sonra aylar geçer, ölümün ardından yaşanan o yoğun üzüntü hafifler ve insan doğası hayatı ele geçirir. Aynı saçmalıkları aynı salaklıkla yapmaya devam edersiniz.
Bir insanın güvenini kazanmak kadar zor olan hiçbir şey yok bu dünyada. Çünkü güvenmek, güvenmek istediğiniz insanla değil, güvenmek isteyen sizle ilgili bir şeydir.
Ernest Hemingway’in ikinci karısını adı Gellhorn. ‘Hemingway and Gellhorn’ adında 2012 yapımı bir film var. Film İspanya iç savaşı zamanında geçiyor. Hemingway’ın kendisi de bir gazeteci olan Gellhorn’la tanışıp ona âşık olması ve evlenmelerini konu alıyor.
Hemingway bir gazeteci olarak İspanya’dadır, tıpkı Gellhorn gibi. Hemingway’in alkol sorununu ve kadınlara olan düşkünlüğünü herkes bilir. Gellhorn Hemingway’e âşıktır ama ona güvenmediği için birlikte olmak istemez. Madrid’te, gazetecilerin fırsat bulduklarında savaşın pisliğinden ve dehşetinden uzaklaşıp, en azından sıcak bir banyo yapıp güzel bir yemek yiyebilmek için toplandıkları bir otel vardır. Bir akşam Ernest de Gellhorn da o oteldedir. Ernest her zamanki gibi elinde viski şişesi onunla bununla sohbet edip kadınlarla flörtöz konuşmalar yapmaktadır. Ama aklı da gözü de Gellhorn’dadır. Onun bir ara salondan çıktığını ve odasına gittiğini görür. Viski şişesi elinde, sallanarak peşinden gider. Kapısını tıklatır Gellhorn’un. Gellhorn kapıyı azıcık aralar. Sonrasını bir diyalog olarak okuyalım.
-Merhaba! Beni içer almayacak mısın?
-Hayır!
-Güvenmiyorsun değil mi bana?
-İstiyorum ama güvenemiyorum.
-Nasıl güvenebilirsin biliyor musun?
-Nasıl?
-Güvenerek.
Hayal kırıklığına uğrayacağımızı düşünsek bile, güvenerek bir ilişkiye başlamazsak yaşama olasılığımız olan güzelliklerin, mutlulukların, hazların hepsini kaçırırız.
Gellhorn elbette Ernest’i içeri aldı. Zaten alacaktı. Bazı şeylere karşı çıkmak ve onlara direnmek boşunadır. İnsanın alnına yazılmış bir kader gibidir bazı yaşantılar.
Çok güzel yıllar geçirdiler birlikte ve sonra elbette ilişkileri bitti. Ernest başka bir kadına âşık olduğu için, terketti Gellhorn’u. Ama o kadar güzel şeyler yaşadılar ki, sonrasında çekilen bütün acılara değdi. En azından Gellhorn anılarında böyle yazdı.
Günün süsü elbette Enis Batur’dan: Vur ve soğumadan gönder: / Kim bilecek kim olduğumu.
