21 Ağustos, İstanbul

Bebek’te sevdiğim kafelerden biri olan Petra’dayım. Chet Baker’dan ‘My Ideal’ uzaklardan kulağımı okşuyor. Tomris Uyar’ın ‘Gündökümleri’ne göz gezdiriyorum. Azıcık hüzünlüyüm, bu iyi geliyor bana. Birazdan ilk seansım. Saat 11.00’de. Petra tam ofisimin karşısında. İki dakikada ofiste oluyorum.

Bu akşam Bodrum’a geçiyorum. Gündoğan’da Nihan’ın babasının evinde kalacağım. Nihan’ın babası Türkiye’nin en önemli arkeologlarından biri, 1944 doğumlu. Hala sağlığı yerinde. 

Sabahları üç seans yapmak, sonra biraz yüzmek sonra da tezim için çalışabilmek. Hedefim bu. Berlin’de yazmak istediğim yüz sayfa hedefi gerçekleşmedi. Bu sefer bunu becerebilmeliyim. Yoksa her şey tepetaklak olabilir. En çok üç yüz sayfalık bir tez yazmak yeterli geliyor bana. Ben onun kitap halini istediğim kadar genişletebilirim diye düşünüyorum. 

Pinhan’la konuştuk. ‘Hayatı Anlamak’ serisini oradan basacağız. Bu bana daha doğru geldi. Barış Topçular beyin üzerine, Selçuk Aslan merhamet odaklı terapiyle ilgili, ben de ‘İçimizdeki Kalabalık’ başlıklı hazır metinleri sevgili editörümüz Canberk Şeref’e gönderiyoruz. Çok yakında bastırabileceğiz diye düşünüyorum. 

‘İç içe geçmişlik’ olarak tanımlanan bir durum var. Batı insanında da görülüyor ama esas olarak Doğuluların, yani Batının doğusunda kalan ülkelerin insanlarında daha sık ortaya çıkıyor. Bizimki gibi birey olmaktan daha çok dahil olduğun topluluğun üyesi olarak değer kazanılan toplumlarda ortaya çıkan, abartılı yaşandığında ruhsal sıkıntıların ortaya çıkmasına da neden olan bir durum bu. 

Ben bunu herkesin herkes hakkında her şeyi bildiği (ya da bildiğini sandığı) ve birbirine karışma hakkını kendinde bulduğu ilişkilenme hali olarak tanımlıyorum. Doğal olarak dedikodunun da bini bir para. Hasedin, kıskançlığın, çekememezliğin, haset duyulan insana çamur atmanın hiçbir ahlaki değer gözetmeden yapıldığı kaotik bir ilişkiler yumağı. Değerlerin, kavramların anlamının kaybolduğu, her şeyin çıkar için mübah görüldüğü ve hak kabul edildiği yaşantılar. 

Bu vıcık vıcıklıktan çıkmanın yolunun, kişisel olarak Berlin’den geçtiğini düşünmeye başladım. Arada uğradığım bir yer olarak İstanbul. Kimseyle çok yakınlaşmadığım, sevdiğim bir iki insan dışında kimseyle sohbet etmediğim, sadece selamlaştığım tanıdık insanlar. 

Keşke Turgut Uyar yaşasaydı. Onu, Edip Cansever’i, Cemal Süreya’yı Krepen’deki bir meyhanede, neredeyse artık kendilerine ait o masalarında görebilseydim akşamları ve onlarla şiir üzerine sohbet edebildiğim bir hayatım olsaydı. 

Geçenlerde Bertolt Brecht’in erotik aşk şiirlerini içeren bir kitap aldım Berlin’de. Birkaç tanesini çevirdim ve çevirdiklerimden en masum olanları da Instagram’da paylaştım. Bazı okurlardan ilginç yorumlar aldım. Bertolt Brecht gibi birinin böyle seksist şiirler yazmasına çok şaşırdıklarını söyleyenler olduğu gibi, Brecht’in gözlerinden düştüğünü ifade edenler de oldu. Beni gülümseten bir yorum da, ben bu şiirleri çevirdiğime göre, bunun altında mutlaka benim bakış açımla ilgili de bir sorun olduğu yönündeydi. Kadın bedeninin erotik bir nesne olarak hikâye edildiği bir metni çevirdiğime göre ben de kadına böyle bakıyor olmalıydım bu okura göre. 

İnsan bazan gerçekten ne diyeceğini bilemiyor. Elbette, zaten aldığım karar gereği bu tür saldırgan yorumlara sosyal medyada hiçbir zaman yanıt vermiyorum. Ama sanatın, şiirin bu bakış açısıyla değerlendirilmesinde ciddi bir tutuculuk gördüğümü belirtmek zorundayım. Böyle bir durumda, örneğin, neredeyse istemli bir şekilde çirkinleştirerek çıplak kadın bedenleri resmeden, Sigmund Freud’un torunu, ressam Lucian Freud’u nerede konumlandıracağız?

22 Ağustos, Bodrum

Dün gece geç saatlerde Gündoğan’a vardık. Sağ olsun Nihan evi bizim için derletip toparlatmış. Biz de yarım saat kadar evin verandasının baktığı Gündoğan koyuna karşı sohbet ettik ve ardından yorgun argın odalarımıza çekildik. Oğlum, kızım, çok sevdiğim bir dostum ve ben. 

Her zamanki gibi erken kalktım. Bir de günışığında izledim güzelim koyun manzarasını. Bu Gündoğan’a ilk gelişim. Çocuklar küçükken anneleriyle birkaç kez gelmişlerdi ama pek bir anı kalmamış o günlerden hafızalarında.

Bodrum’a eğlenmeye gelenlerin ne kadarının bildiğinden emin değilim ama Bodrum 1925 yılında bir sürgün yeriydi. Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Halikarnas Balıkçısı (Halikarnassos da Bodrum’un antik zamanlardaki adı, yani bir zamanlar çok ünlü olan gece kulübü değil). 

Her neyse, Cevat Şakir 1925 yılında Resimli Hafta dergisinde ‘Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?’ adlı bir hikâye yayınlar. Bu hikâye nedense “toplumun hassas noktalarına dokunur” ve yetkililer Cevat Şakir’in bu metnini, “halkı isyana teşvik” ediyor diye yorumlayarak onu üç yıl sürgüne mahkûm ederler. Sürgün yeri de, şimdiki halini düşününce herkese komik gelecek ama, Bodrum’dur. Sürgün cezası şu anlama geliyor. Cevat Şakir üç yıl boyunca Bodrum sınırlarının dışına çıkamayacaktır. Dün buraya gelirken yolda çocuklara bunu anlattığımda çok güldüler. 

Şu an yüz binlerce lira verilerek tatil yapmak için akın akın gelinen Bodrum, Cevat Şakir’in sürgün cezasını çektiği yerdir. Cevat Şakir o kadar çok sever ki Bodrum’u, dostu, yakını olan birçok sanatçıyı da oraya çağırır. Bugün ‘mavi yolculuk’ olarak bilinen tekne gezileri de böyle başlar. 

Cevat Şakir Bodrum’daki ilk günlerinde dostu Sabahattin Eyüboğlu’na bir mektupta şunları yazar: “Sabahattin, arkadaşlarını topla ve buraya gel, Bodrum’a gelin, sizi Gökova’ya götüreceğim, güzelliğin ne olduğunu iyice görün, yaşayın ve anlayın.” 

İşte böyle. Hayatı yeniden inşa etmek üzerine düşünüyorum bu günlerde. Burada yapacağım konuşma da bu düşünmelerimle paralel olacak ve onlara bir biçim verecek diye umuyorum. 

Günün süsü Turgut Uyar’dan, yine uzun bir alıntı: 

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de

Pırılpırıl bir denize karşı

Yangelmişim dizboyu sulara

Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum

Hiçbirinizle döğüşemem

Siz ne derseniz deyin

Benim bir gizli bildiğim var

Sizin alınız al inandım

Sizin morunuz mor inandım

Ben tam dünyaya göre

Ben tam kendime göre

Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız